Dramatist Türkiye
Dramaturji: Ses ve Söz
Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi: Süreyya Karacabey
0:00
-25:50

Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi: Süreyya Karacabey

Yalnızlığa karşı kolektif moral, belirsizliğe karşı ısrar: Rehabilitasyon hepimize lazım. “Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi” serimizin ilk konuğu Süreyya Karacabey.

Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi: Süreyya Karacabey

Aslı Ekici: Merhaba, ben Aslı.

“Bu merkez” oyun yazmanın dünyadaki en zor iş olduğunu iddia eden bir yardım kuruluşudur. Oyun yazmak, bir marangozun yaptığı işten zordur, çünkü oyun yazarken marangoz atölyesindeki gibi araç ve gereçleri gözünüzle göremezsiniz. Şarkı söylemekten zordur çünkü üretildiği anda karşı tarafa ulaştıramazsınız. Madencilikten zordur (daha neler) çünkü aklınızın ve kalbinizin karanlık tünellerinde gezerken bulduğunuz cevherler, onlarınki gibi birikmek yerine hemen uçup gitme riskine sahiptir. Öğretmenlikten kesinlikle zordur çünkü kimse size maaş vermez. Kalp doktorluğundan bir şekilde zordur çünkü insanlara ait duygularla uğraşırken steril bir ortama sahip olmak çok düşük bir ihtimal. Ve son olarak, beyaz yakalı olmaktan zordur çünkü mesai saatlerine tabi değilsiniz.

Bu merkez, bahsedilen tüm zorluklarla mücadele etmeye mecbur olan oyun yazarının fiziksel ve ruhsal bütünlüğü için hayati bir önem taşır. Zira, kendini regüle etmekten bihaber olan yazarın; kronik kas ağrıları, duygusal yeme bozukluğu, öz değerini hızlıca yitirme, kaygı bozukluğu, dürtüsel davranışlar ve sık sık gelen intihar arzusu gibi durumlarla yüzleşmesi kaçınılmazdır.

Bugün merkezimizin uzmanlarından Süreyya Karacabey'le birlikteyiz. Şimdi ona yönelttiğim soruları ve uzman cevaplarını dinleyeceksiniz. Kimsin? Söylediklerine güvenebilir miyim?

Süreyya Karacabey: “Uzman” dendiğinde şöyle bir duruyorum. Çünkü o kelimeyi pek sevmem. Ben Süreyya’yım, Süreyya Karacabey’im. Belki sadece şunu söyleyebilirim: Oyun yazarlığıyla ilgili uzunca bir süre bir üniversitede ders verdim. Bu nedenle bu konuda bir “giderim” olabilir diye düşünüyorum. Ama yine de güvenilirlik bence çok psikolojik bir şey. Herkesin yakın olduğu, yatkın olduğu sesler önemli çünkü bu alanda.

Aslı: Neden oyun yazılır? Sence bu meslekte ısrarcı olmak saçmalık mı?

Süreyya: Bana göre, tiyatronun içinden gelmiyorsa birisi, oyun yazmak aslında çok doğal bir şey değil. Öykü yazarsınız, şiir yazarsınız… Hatta Türkiye’de şöyle komik bir şey vardır ya, öyküyle başlayıp sonra romana geçmek gibi… Öyle komik şeyler yaparsınız. Ama oyun yazarlığı, gerçekten tiyatroyu çok seven ve yazıyla ilişkisi olan insanlar için bir tutkuya dönüşebilir. Üstelik oyun formu bu yüzyılda oldukça tartışmalı bir hale geldiği için, biraz da manyaklık gibi bir şey olabilir bu. Eğer 19. yüzyılda olsaydınız, süper bir zamana denk gelirdiniz. Ama bugünlerde, oyun yazmak biraz zorlayıcı bir alan, bunu kabul etmek lazım. Şöyle bir dünya ve Türkiye sahnelerine bakmak bile yeterli… Edebiyattan uyarlamaların ağırlıkta olduğu bir dönemden geçiyoruz çünkü.

Aslı: Peki oyun yazarlığı bir meslek mi?

Süreyya: Oyun yazarlığında para kazanıyorsanız, elbette ki bu bir meslek. Zaten pek çok yerde iş tanımına da giriyor. Sanıyorum Türkiye’de de bu konuda bazı çalışmalar var. Elbette oyun yazarlığı bir meslek olarak tanımlanabilir. Ama kendi kendinize yazıyor, sonra bir şekilde sahnelenmesini bekliyor ve esas geçiminizi başka yerden sağlıyorsanız… Evet, yine de oyun yazarı sayılırsınız — ben yazıyorsam yazarım zaten. Ama o zaman oyun yazarlığını bir “meslek aralığına” yerleştirmek biraz problemli hâle gelebilir.

Aslı: Yazmak için neye ihtiyaç var? Nereden başlamalı?

Süreyya: Oksijene ihtiyaç var. Zihne birazcık oksijen girmesi lazım. Oyun yazarlığını başka yazma biçimlerinden ayıran şey, belki de araca daha bağlı olması. Bana kalırsa, bir başlangıç noktası olarak tiyatroyu içeriden bilmeye, sahneyi tanımaya ihtiyaç var. Çünkü dediğim gibi, bu öyle ilhamla oturulup sözcüklerin dizileceği bir şey değil. Bu teknik bir alan yani çok önemli bir kısmı teknik. Bu yüzden oyun yazmayı düşünüyorsanız, önce tiyatroyu biraz tanımaya ihtiyacınız var. Çünkü tiyatroyu tanımadan oyun yazmış olanların oyunlarını da biliyoruz. Orada mutlaka bir edebi güzellik bulabilirsiniz. Ama özellikle tiyatroda çok sıkıntı yaratacak bir şeye dönüşebiliyor.

Aslı: Yazmak için hep arzu dolu olunur mu? Bu arzu neye benzer? Rengi, tadı, kokusu nasıl olabilir?

Süreyya: Arzu, başlamak için bence iyi bir şey. Her şey için geçerli bu. Bir aşka da öyle başlarsınız. “Hadi şununla çıkayım,” demezsiniz. Gerçi şimdi biraz durumlar değişti. Böyle yaşlılar gibi konuşmayayım ama… İnsanlar modalara göre hobiler ediniyor, birdenbire bir şey yapıyor. Küçümsediğim için söylemiyorum; ama gerçekten içinde kaybolacağınız, hayatınız boyunca taşıyacağınız bir hikâye başlayacaksa, elbette ki bir arzuya ihtiyacınız var. Böyle mistik bir şey değil. Eğer bir şeyi çok istiyorsanız, kendinizi yazıyla ifade etmek istiyorsanız… Hatta yazmıyorsunuz ama yazmak istiyorsanız ve bir oyun izlediğinizde gözleriniz doluyorsa, işte orada anlarsınız zaten. Kalbiniz farklı atar. Dolayısıyla, bence kesinlikle arzuya bir ihtiyaç var. Ama arzunun rengi ve kokusu, sizin renginiz ve kokunuzla doğru orantılı. Yani karakterinizle de doğru orantılı. Seninki biraz şeker pembesi gibi mesela. Birininki kızıl olabilir, kan gibi olabilir, birinin derin bir lacivertten akabilir. Hırsınızla, tutkunuzla hayata nereden, nasıl tutunuyorsanız bence yaptığınız işi de öyle yapıyorsunuz ve arzunuzun rengi de öyle oluyor. Çok mesafeli ve soğukkanlı biriyseniz başka bir tür rengi ve kokusu olacaktır. Ama dediğim gibi, bazen böyle açık pembelerden başlayıp koyulaşabilir, hırs yapabilirsiniz. Hırsı başkalarıyla yarışmak olarak almıyorum. Bir biçimde hırsı, insanın kendini aşma becerisi olarak gördüğümde iyi bir şeymiş gibi geliyor. Öbür türlüsü ise -birinin de dediği gibi- daha çok birbirine ayakkabı satmaya ait bir dünyanın parçası. O dünya pek bizim ilgi alanımıza girmiyor zaten.

Aslı: Bir oyun yazarı yazdıklarının arkasında duracak güvene ne zaman gelir?

Sence bir kişi ne zaman kendine oyun yazarı diyebilir?

Süreyya: Bu da gerçekten çok kişilikle ilgili bir şey. Mesela zor beğenen ve kendi yaptıkları konusunda daha eleştirel olan insanlar tanıyorum. Onlar çok iyi şeyler yazsalar bile hep bir tereddütün kıyısında yürürler. Ama bazıları da o kadar heveslidir ki, yaptıkları her şeyin gerçekten iyi bir şey olduğuna inanırlar. Dolayısıyla, iki oyun yazdıklarında bile daha rahat “Ben oyun yazarıyım” diyebilirler. Oysa bir başkası hep bir şey arar; çünkü bir isme sahip olmak, o ismi taşımak omzunuza bir sorumluluk yükler. Aslında hikâye biraz buraya ait. Aslında bu yazana ait bir şey de değil. Oyunlar oynanmaya başlayıp da birileri sizlerden “oyun yazarı” diye söz etmeye başladığında, belki de öyle bir güven geliyor. Onun dışında ben bir sürü insanın evindeki dosyalarında oyunlar olduğunu biliyorum ama henüz bir şeyle karşılaşmamış ya da çok denenememiş. Şimdi onun güvensizliğini düşünüyorum. Evet, çok zor. Herkesin yaşayabileceği bir zorluk bu. Bazen de oyunlarınız oynanabilir, sahnelenir, ondan para kazanırsınız. Sizden oyun yazarı olarak bile söz edilebilir. Fakat bu “olma” mevzusu bence çok derin, çok felsefi bir şey. Hâlâ kendinizi bir yazar olarak görmeyebilirsiniz. Mesela bu çok abartılı, kibirli bir eğitimin sonucu da olabilir. Size hep Shakespeareler, Çehovlar örnek gösterilmiş olabilir. Onun altında çok ezilmişsinizdir. “Siz yazıcısınız” diyen bir tedrisattan geçmişsinizdir. Bunlar böyle dediğim gibi, psikolojik bir kısmı ve güvensizlik, olumsuzluk yaratıyor.

Galiba burada en önemli unsur, ısrar ve sürdürebilme. Bence yetenekten önce her şeyin başı bu. Yani bir başlatıcı var; ama ondan sonra siz ısrar ediyorsunuz, devam ediyorsunuz. O devamın ayarını da işte o “arzu” dediğimiz şey belirliyor. Ama bu arada kendinizle ilgili de şüpheye düşüyorsunuz. Ben bunu seviyorum. Olumsuz ya da sizi engelleyen, ket vuran bir şüpheden söz etmiyorum. “Ne yapıyorum?”, “Bu neye dönüşecek?” gibi sorular. Bir başkasının gözüne ihtiyaç duymak. Kendinden emin olma meselesinin bu çağda çok abartıldığını düşünüyorum. Çünkü ortada gerçekten bir eminlik olamaz, hiçbirimiz için olamaz.“Özgüven” dediğimiz şey, aslında böyle bir şey değil zaten. Daha çok bir prezente biçimi, bir büyütülme şekli. Edebiyat, sanat bu hikâyelere azıcık gündem yaratır yaşadığınız süre boyunca. Ama zaman üfürür, götürür. Hırsınızla, ilişkilerinizle bir şeyler yaparsınız ama iyi bir oyun yazarı olmak isteyenin asıl meselesi şudur: Bu, kalacak mı? Sonra bunu başkaları da alıp oynayacak. Ve eğer şimdi bunu düşünen biriyse, bu kişi kaçınılmaz olarak daha derin bir yere doğru yol alır, diye düşünüyorum.

Aslı: Türkiye tiyatro ekosisteminde sana göre oyun yazarlarının ihtiyaçları nelerdir?

Süreyya: Ben ders vermeye başladığımdan beri —özellikle de Tiyatro Tarihi dersini— hep oyun yazarlarının bu ülkede çok mağdur edildiğini düşünenlerdenim. Çünkü hep şöyle başlıklarla karşılaşıyorsunuz: “Bizde yazar yetişmiyor”, “Artık yazar yetişecek” falan… Böyle kitaplar, makaleler okuyunca şunu fark ediyorsunuz: Bu ülkede aslında bir sürü yazar var. Yani “oyun yazarı yetişmesi” diye ayrı bir şey yok.

Bence oyun yazarlarının iyi bir tiyatroya ihtiyacı var. İlham verici bir şeye… En temel mesele bu. Eğer iyi oyunlar izlerseniz, iyi tiyatrolara giderseniz, iyi örneklerle karşılaşırsanız bu sizin için zaten bir okul olur. Bu benim için nakil yoluyla, şırınga yoluyla vereceğimiz bir şey değil. Göreceksiniz, üşenmeden devam edeceksiniz. Dolayısıyla mesele o ısrar ve iyi şeylerle karşılaşma… İyi şeylerle karşılaşma çok geniş bir şey. Arkadaşlıkta da öyle, aşkta da öyle… Her şeyde olduğu gibi burada da bir karşılaşmayı örgütlemek gerekiyor. Çok fazla abur cuburu bünyenize aldığınızda, bir noktada “Ne var ki, millet neler yazıyor, kaç sezon oynanıyor” havasına geçebilirsiniz. Ama bizim amacımız bu değil. O yüzden iyi bir oyun yazarının önce beğenisinin çıtasını biraz yükseltmeye ihtiyacı var. Ama durumu imkânsız hale getirmek için değil. Hiç abartılı bir yerden söz etmediğimin altını çizmek istiyorum. Çünkü adımın önünde bir “hocalık” var ve onlar genellikle sinir bozucudurlar. Oradan söz etmiyorum. Sadece kendi beğenimizi oluşturmak için iyi örneklere ihtiyacımız var. Ama aynı zamanda başka sanatlara da ihtiyacımız var. Eğer yalnızca bir tiyatro öğrencisiyseniz ve resimle ilgilenmiyorsanız, mimariyle, şiirle, ışıkla, doğayla bir bağınız yoksa eksik kalır. Bence tüm bunlara ihtiyacınız var.

Aslı: Bir oyun yazarı maddi talebini neye göre, ne kadar ve nasıl belirlemeli?

Süreyya: Bu zor bir soru, hele benim gibi güncel ekonomiden hiç anlamayan biri için. Bu, bu bir meslek ve tanımı olarak geliştirildiğinde bunun için mücadele etmek ve örgütlenmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kişisel olarak mücadele edilemeyecek bir şey bu, saçma. O zaman siz birtakım kurumların insafına kalıyorsunuz. Onun verdiği yüzde, bir oyundan kim ne kadar kazanıyor, yapım masrafları ne kadar, rejisör ne alıyor, oyun yazarı ne alıyor, bunun zaten başkaları tarafından çıkarılmış mantıklı şemaları var. O şemalara uyum sağlamak gerekiyor. Ama bu, ödenekli bir tiyatrodaysanız başka oluyor, daha küçük bir gruptaysanız, seyirci sayısından dolayı başka oluyor. Bence artık ciddiye almak gerekiyor. Sadece “Oyunum oynansın da” kısmı bana artık o emeğin çok fazla sömürülmesi gibi geliyor. Orada da büyük bir emek var ve neredeyse oyunu da o var ediyor ya da var edicilerden, en önemli unsurlardan birisi. Dolayısıyla oyuncudan, rejisörden daha az bir pay almaya bence razı olmayın. Çünkü alanı savunmak gerekiyor, bir hak mücadelesi. Ama yazılı metinlerde söz vardır: “En iyi yazar ölü yazardır” diye. Neyse, şimdi mesela teliflerden, şundan bundan bunalmış bir tiyatro ortamı ortasındayız, içindeyiz. Ama o tiyatroların çoğu da birtakım yabancı oyunların peşinde olduğu için öyle. Yani onlar çok daha erken bu telif meselesini abarttılar. Ben bir anarşist olduğum için yazarlar kızabilir. Kendisi yaşarken ondan kazanan insanları hak olarak görüyorum. Ama ikinci kuşaktan sülalelerinin hâlâ birilerinin tiyatro yapmasını engellemesini gerçekten anlamsızca buluyorum. O yüzden de biraz bu tür dinamiklere de bağlı. Şimdi bir sürü insan oyun yazıyor. O oyunlardan çoğunun haberi yok, zaten okumuyorlar yani en önemli özelliklerimizden birisi de bu. Oynanıyorsa, hakkında eleştiri çıkıyorsa herkes dönüp bir oraya bakıyor, çoğunluktan söz ediyorum. Dolayısıyla burada geri kalan halka çok zayıflıyor. “Oyunum oynansın” düşüncesi zaten çok düşük bir yerden başlatıyor oyun yazarını. Sanki size lütufta bulunuyorlar. Halbuki bence bunu tersine çevirmek için biraz dirençli olmak ve iddia etmek gerekiyor. Çünkü bunlar Onk Ajans’a, bir yabancının oyununa bayağı güzel paralar ödüyorlar. Ama kendi yerli üretimlerdeki oyun yazarlarını mutlaka daha ucuza getirmenin bir yolunu arıyorlar. Ucuza gitmeyin diyorum çocuklar.

Aslı: Yazar yeterince çalışmadığını zannettiği için kendini suçlu hissederken ve suçluluktan hiçbir şey yapamazken ne yapmasını önerirsin?

Süreyya: O aslında ortaya bir şey çıkaramamak, çalışmamak değil. Çünkü bu alanın çalışma formu farklı gibi görünüyor. Aslında disiplinsizlikle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum ben. Bazen kadim sözler, eskilerin bilgileri ne kadar arkaik gelirse gelsin, bir tecrübeden süzüldüğü için arada kulak kabartmakta yarar var. Şöyle düşünün, günün belli bir zamanını disiplinli bir biçimde bir işe ayırdığınızda oradan çıkarsınız zaten. O moral bozukluğunun nedeni şudur: Siz zannedersiniz ki esin perileri kafanıza bir şey getirecek, siz de onu zaten kafanızda bir biçimde biçimlendireceksiniz ve dolayısıyla bu yazma biçimi ancak onlar olgunlaşınca masanın başına sizi geçirecek gibi bir yanılgının daha çok öyle sıkıntılara yol açtığını düşünüyorum. Çünkü bu, iş, bunun teknik tarafı var. Tabi ki önce biraz sancılıdır. Bir ihtiyaçtan yazmayı alışkanlık haline getirmekle, ülke tiyatrosuna ya da Avrupa tiyatrosuna baktığınızda sizin ilginizi neyin çektiğini anlamakla ilgili. Her şeyden önce bir hikâye anlatasınız var. Ona zaten sahipseniz ve bir disiplin içinde oturuyorsanız başına üç gün debelenseniz bile dördüncü gün mutlaka bir şey çıkar ve sıkıntının en iyi panzehri sıkıntıdır. Oturursunuz, geberene kadar oturursunuz, o arada bir müzik açarsınız, bir şey izlersiniz, bunların hepsi birbirini çağıran şeyler. Dolayısıyla da çok normal. Çünkü dünyanın en sıkıntılı işini seçtiniz. Yani yazmak denen şey gerçekten kanserojen bir şeydir. Kimse çok rahat biçimde yazmıyor öyle. Hatta böyle doğum yapmış gibi tarif eden kadın yazarlar var. Yazın “Kadınlar Nasıl Yazıyor” diye bir dizi okumuştum da hepsi için kâbus gibi bir şey. Ama buna rağmen yazıyorlar. Neden? Çünkü kendinize, size ait bir şeyi dışarı çıkarıyorsunuz ve onunla ilgili bir takım tereddütleriniz var. Halbuki ondan vazgeçip de “oturdum işte, kalemlik boyuyorum, bir resim yapıyorum ya da bildiğim bir şeyin egzersizini yapıyorum” diye düşündüğünüzde herhalde üstüne gitmekten daha iyi bir yöntem bilmiyorum. Ama herkes düşer. O çok doğal. Sonra da çıkar yani o kadar da abartmamak lazım, uzatmamak lazım. Bunalımı da uzatmamak gerektiğini düşünüyorum.

Aslı: İlhama inanır mısın?

Süreyya: İnsanın kendini büyüleyebileceğine inanırım. Burada da aynı şekilde, bir karşılaşmayı örgütleme gibi. Radikal bir “başka” size çarptığında, aşk gibi işte, iyi bir dostluk gibi ya da bir manzarayı keşif gibi mesela, bu bir ilhamdır, değil mi? Birdenbire sizde, duygularınızda başka zaman deneyimlemediğiniz bir şeyleri yükseltir. Bazen çok iyi bir müzik parçası içinizde duyguları yükseltir. Bu ilham dediğiniz belli koşulları bir araya getirebilmek ve bu size ait bir şey. Haber izliyorsanız sadece, sıkıcı bir takım insanlarla toplantılara girip çıkıyorsanız, iş denen bir saçmalığın zorunluluklarıyla debeleniyorsanız ve hayatınız sadece görevden ibaretse ilham gelmez. Çünkü içiniz kurumuştur. Gündüz o berbat işlerde çalışmak zorunda olabilirsiniz, çünkü hayat gerçeklerin toplamıdır bir taraftan da. Ama mutlaka ona aralık açacağınız bir zamanınız vardır. Öyle bir lüksünüz yoksa gezmeye çıkamıyorsanız, gecenin bir saati evde herkesin uyuduğu zaman. Ama size hâlâ bir pencere açacak bir dize, bir müzik parçası, iyi bir film. İçinizin, sizde zaten olan bir şeyin. Şöyle düşün Aslı: Mesela bazı sabahlar çok enerjik ve neşeli uyanırız, ertesi gün çok depresifizdir. İkisinin arasında hiçbir şey değişmemiştir. Biraz aslında bunları düzenlemekten söz ediyorum ben. Yani ne, neye yol açıyor? Aslında belki de yazarlığın en temel noktalarından bir tanesi. Yani, insan kendine rağmen de yazar elbette, öyle örnekleri de var. Hiçbir zaman tek bir formülü yok ve birtakım yüzüne bakılmayacak ya da oturup bir kahve içmeyeceğiniz adamların mesela dizeleri sizi bilmem ne yapabildiğine göre, bu kolektif bir sesin hani daha bir arketipsel bir sesin onda billurlaşması gibi okuyabiliriz Bu bence öyle bir şey. O kişide o, onu şahane bir şey yapmaz. Ama biz aslında hem o kolektif sese sahibiz, arkamızda bir şey var ve ilham oralardan da alınıyor. Bir kuştan da alınıyor ama ilham üretilen bir şey. Ama ona açık olmanız gerekiyor. İyimser bir biçimde girişte “sana güvenebilir miyiz” dedin ya, bu bunun gibi bir şey işte. Buna ben cevap veremem çünkü güvenme duygusu aslında o tarafa bakandan gelen bir şey. Güvenilirlik ne mesela, değil mi? Ben daha iyimser biçimde kelimelere inanan bir kabileden geliyorum. Öncelikle insanların sözlerini birincil olarak doğru kabul eden bir yerden geliyorum. Benim için hayat biraz budalaca ama güven konusunda daha kolay yürüdüğüm bir yol kurdu bana. Ama çok şüphelisiniz “Bu kadın ne saçmalıyor şimdi? Aman, ben ondan daha iyi biliyorum.” Bunun sonu yoktur ve bunun bir önemi de yoktur, anlatabiliyor muyum? Belki de hep beraber zırvalıyoruzdur zaten, bir önemi yok bunun.

Aslı: Hayatın boyunca tek bir oyun metni okuyabileceksin. Bu hangi metin olurdu?

Süreyya: Aman Aslı, ne kötü soru bu. Değişir bu. Bugün mesela ilk aklıma geleni söyleyeyim o zaman. Genet’nin Paravanlar’ını okumak istiyorum mesela bir süre. Ama bu, ne bileyim, bir ay sonra Martı olabilir. Strindberg’ten bir şey olabilir, Peer Gynt olabilir. O böyle biraz ruh haline göre de değişiyor. Benim için zor bir soru, o yüzden kusura bakma formatı bozduysam.

Aslı: Peki, son sorumuza geçelim. Dramatist Türkiye ve Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi hakkında ne düşünüyorsun?

Süreyya: Çok şahane. Bunu duydum, bayıldım ben zaten. Çünkü hakikaten herkesin bu ülkede rehabilitasyona ihtiyacı var. Yetenekle ilgili bir sıkıntı yok. Herkes her şeyi yapamaz ama herkes kendine uygun bir şeyi yapabilir. Ama o kadar motivasyonsuz ve mutsuz bırakılan insanlarız ki, hele sizin kuşak iyice üzerinden silindir geçmiş. Çünkü gelecek duygusu olmadığında insan “Yapsam ne olacak, yapmasam ne olacak?” diye düşünüyor. Bir kere bundan çıkmak gerekiyor, çünkü hiçbir şey sonsuz devam etmiyor. Bunu tarihten biliyoruz. Tiyatroya ilişkin koşullar, politik koşullar değişecek. Ama değişime de biz üretken bir biçimde katkıda bulunabiliriz. Dolayısıyla da herkesin bir biçimde iyi kolektif ruhu öğrenip birbirini yükseltmesi gerekiyor. Birbirimize moral verip motive etmemiz gerekiyor. İlham dediğim şey mesela en çok da buradan geliyor. Çünkü hep bana ilham veren insanlar oldu. Az oldu çünkü genellikle moral bozuyorlar ama hiç kötü niyetli değil. Hani anne çocuğunun kötülüğünü istemez ama beklentiyi yüksek tuttuğunda bu derin bir şeye yol açabiliyor hayat boyu ya da iyi bir hoca, çok şey öğreniyorsunuz ama beklentisi o kadar yüksek, hiçbir şeyi beğenmiyor, sürekli eleştiriyor ve sizin de onun içine düşüp moraliniz bozulabiliyor. O yüzden çok beğendim ben bu fikri. Yaşasın rehabilitasyon!

Aslı: Teşekkür ederim. Yeni bölümde görüşmek üzere. Hoşça kalın.


*Bu çalışma Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Dramatist Türkiye’ye aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.


Discussion about this episode