Aslı Ekici: Merhaba, ben Aslı.
“Bu merkez” oyun yazmanın dünyadaki en zor iş olduğunu iddia eden bir yardım kuruluşudur. Oyun yazmak, bir marangozun yaptığı işten zordur, çünkü oyun yazarken marangoz atölyesindeki gibi araç ve gereçleri gözünüzle göremezsiniz. Şarkı söylemekten zordur çünkü üretildiği anda karşı tarafa ulaştıramazsınız. Madencilikten zordur (daha neler) çünkü aklınızın ve kalbinizin karanlık tünellerinde gezerken bulduğunuz cevherler, onlarınki gibi birikmek yerine hemen uçup gitme riskine sahiptir. Öğretmenlikten kesinlikle zordur çünkü kimse size maaş vermez. Kalp doktorluğundan bir şekilde zordur çünkü insanlara ait duygularla uğraşırken steril bir ortama sahip olmak çok düşük bir ihtimal. Ve son olarak, beyaz yakalı olmaktan zordur çünkü mesai saatlerine tabi değilsiniz.
Bu merkez, bahsedilen tüm zorluklarla mücadele etmeye mecbur olan oyun yazarının fiziksel ve ruhsal bütünlüğü için hayati bir önem taşır. Zira, kendini regüle etmekten bihaber olan yazarın; kronik kas ağrıları, duygusal yeme bozukluğu, öz değerini hızlıca yitirme, kaygı bozukluğu, dürtüsel davranışlar ve sık sık gelen intihar arzusu gibi durumlarla yüzleşmesi kaçınılmazdır.
Bugün merkezimizin uzmanlarından Aylin Alıveren ile birlikteyiz. Şimdi ona yönelttiğim soruları ve uzman cevaplarını dinleyeceksiniz. Kimsin? Söylediklerine güvenebilir miyim?
Aylin Alıveren: İsmim Aylin Alıveren. 1992 yılında Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Tarihi ve Teorisi Bölümü’nden mezun oldum. O zamandan bu yana da hep tiyatroyla ilgilendim. Mesleğim bu, dramaturgum. Aynı zamanda bir oyun yazdım. Çeşitli televizyon dizileri için senaryolar yazdım ve bayağı uzun bir zamandır Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda Metinlerle Dünya Tiyatro Tarihi diye bir ders veriyorum. Bir süredir de Kadir Has Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans öğrencilerine dramaturji ve yazarlık eksenli dersler veriyorum. Güvenme meselesine gelince bu tür sorular bence çok kafa karıştırabiliyor. Yani kişiye “Bana güvenebilir misin?” diye sormak... Bilmiyorum, o ancak karşı tarafın karar verebileceği bir şey. İnsanlar senin yaptıklarına, karşı tarafın davranışlarına, söylenenlere ve belki başkalarının söylediklerine de bakarak karar verir diye düşünüyorum. O yüzden muhtemelen kimseye “bana güvenin” diye doğrudan bir şey söylemem. Bu tamamen size kalmış bir şey.
Aslı: Neden oyun yazılır? Sence bu meslekte ısrarcı olmak saçmalık mı?
Aylin: Aslında oyun yazmanın birçok sebebi olduğunu düşünüyorum. Yani beraber çalıştığım yazarların, yazmak istediğini ifade edenlerin, derslere ve atölyelere katılan öğrencilerin de farklı farklı sebepleri oluyor. FFakat yazma isteğinin daha çok kendini ifade etmek, çevresinde olup bitenleri anlamak ve anlatmak, başkalarını anlamaya çalışmak temelli olduğunu düşünüyorum. Zaten hikâye anlatıcılığı, tiyatro sanatından bile eski bir gelenek; 2.500 yıldan da eski, çok kadim bir şey. Kendini ifade etmek, dünyayı anlamak, anlatmak, birbirini anlamak, iletişim kurmak... Bütün bu sebepler bana çok temel, çok derinde, asıl kor merkezde duran şeyler gibi geliyor. Ama bugün, yazmak isteyenler bunu nasıl ifade ediyorlar? Genellikle seslerini, sözlerini duyurmak istiyorlar. En çok duyduğum şeylerden biri de, sesi çıkmayanların, kendini ifade edemeyenlerin, daha dar bir çevrede sıkışıp kalanların sözünü duyurma isteği. Yazmaya yönelten en güçlü motivasyonlardan biri bu gibi geliyor bana. Bu bence de çok önemli bir nokta.
Aslı: Oyun yazarlığı bir meslek mi?
Aylin: Oyun yazarlığı tabii ki bir meslek, kesinlikle. Fakat “profession” dediğimiz şeye, yani mesleğe, Türkiye'den, yaşadığımız coğrafyadan baktığımızda tanımı artık biraz zorlaşıyor. Aslında çok basit bir tanımı var: “Profession” nedir? Meslek nedir? Yaşamını geçindirebildiğin bir şeydir. Hayatını vakfettiğin, emek verdiğin ve bu emek karşılığında maddi manevi hayatını sürdürebildiğin bir iştir. Bir işe, bir mesleğe sahip olmak temelde böyle tanımlanır. Türkiye’de ise oyun yazarı olarak, evet, bu tanımı gerçekleştirebilenler var. Yani bunu bir meslek olarak sürdürülebilir şekilde yapanlar, devamlılık sağlayabilenler var. Ama gerçekten bu meslekten maddi ve manevi olarak hayatını geçindirebilen çok fazla kişi olduğunu düşünmüyorum. Belki son yıllarda bu sayı biraz artıyor.
Eskiden Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu ve çeşitli kurum tiyatrolarının olanaklarıyla, bu kurum tiyatrolarında oyunları oynanan, sevilen yerli yazarlar vardı. Üstelik o zamanlar gerçekten çok iyi telif ücretleri de ödeniyordu. Ömrünü böyle geçirmiş yazarlarımız var. Ama bugünkü koşullarda bu da giderek zorlaştı. Özel tiyatroların verebildiği telifler zaten çok kısıtlı. İşin maddi kısmından konuşuyorum daha çok. Kolektifler ve ekipler bir parça kendilerini idame ettirmeye çalışıyorlar ama oldukça zorlanıyorlar ve ceplerine de çok az para kalıyor. Çoğu zaman başka mesleklerde çalışarak, farklı işler yaparak, yan gelirler yaratarak bu mesleği, yani oyun yazarlığını sürdürmeye uğraşıyorlar. Yazarlar, ekipler, oyuncular... herkes için böyle. Ama bütün bunların toplamında, yine de bu kadar tutkuyla yapılan bir iş oyun yazarlığı. Bir kişi bu işi devam ettiriyorsa, o yazarlık zaten onun mesleği bu; o yüzden yapıyor. Yani kendinden de koyuyor. Türkiye’de, kendi imkânlarını seferber ederek ve başka imkânlar yaratmaya çalışarak bu işi sürdürebiliyorsa bir kişi, evet, tabii ki bu onun mesleği. Oyun yazarlığı bir meslek çünkü.
Aslı: Yazmak için neye ihtiyaç var? Nereden başlamalı?
Aylin: Bence yazmak için en temel ihtiyaç, güçlü bir gözlem yeteneği ve dış dünyayla derin ilişki kurabilen bir zihin. Olayların ve durumların içinde, çevresinde ve dünyada başkalarının göremediği şeyleri fark eden, 360 derece açık bir bakışa sahip, bir şeylerden rahatsız olup yerinde duramayan bir kalp gerekiyor. Atan bir kalp. Yani böyle başlıyor iş. Çünkü bir şeyler ilgini çekiyor ve sen o konuda, işte biraz önce konuştuğumuz gibi, bir söz söylemek istiyorsun ya da birilerinin söyleyemediği sözü olmak istiyorsun. Başka bir perspektif geliştiriyorsun, birçok kişinin gördüğünden daha farklı ayrıntılar görüyorsun. Dolayısıyla bu gözlem gücü, bu merak, kâşif olma hali, prototip olarak bence kâşife uyuyor. Bütün kreatiflerde var bu, ama özellikle oyun yazarlarında. Bir şeyi keşfetme dürtüsü, merak etme dürtüsü... Öncelikle bunlar gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü çoğu zaman şunu görüyorum: “Yazmak istiyorum ama ne yazayım?” Ne yazacağını bilmiyor bazen kişiler. İşte orada, ilk planda, daha çok bu yatıyor. Yani ciddi bir entelektüel birikim ve o birikime ulaşmak için de zaten keşfetme, merak etme kası gerekiyor diye düşünüyorum.
Aslı: Yazmak için hep arzu dolu olunur mu? Bu arzu neye benzer? Rengi, tadı, kokusu nasıl olabilir?
Aylin: Tabii ki bu bir arzu. Bir tutku, içinde yanan bir ateş. Aynı zamanda o sözü söyleme arzusu, sesini duyurma arzusu. Biraz önce bahsettiğim keşfetme ve merak etme haliyle bulduğu ipuçlarını, oradan oluşturduğu anlatıyı insanlarla paylaşma tutkusu. İletişimle çok ilgili bir şey bu. Bir diyalog kurma isteği, başkalarıyla bir diyalog kurma, sadece kendinde tutmama hali. Niçin yazıyorsun? Gerçi roman konuşuyor olsak, yazdığını hiç yayınlamadan bir ömür yazan yazarlar da var. Ama oyun yazarı için durum biraz farklı, çünkü oyun sadece bir edebiyat eseri değil. O yüzden "Yazayım, kendime saklayayım, kenarda köşede dursun" gibi bir şey çok yapılabilen bir şey değil. En azından ben hiç duymadım. Varsa da merak ederim, biri bana mesaj atsın bununla ilgili. Bir ömür boyunca yazıp da hiç kimsenin bilmediği bir oyun yazarı… Pessoa gibi, yazdıklarını kenarda tutup sonra farklı pseudonimlerle (takma adlarla) yayımlayan biri var mı acaba? Bilmiyorum, oyun yazarlığında böyle bir örnek var mı gerçekten? Çünkü yazılan oyun, sahnede tamamlanan bir şey. Oyuncular, yönetmen hep birlikte; sonra da seyirciyle buluştuğunda metin gerçek formuna ulaşıyor. O yüzden bu paylaşma tutkusu, arzusu, heyecanı… Ve tamamlandığında, yani seyirciyle buluştuğunda yaşanan haz, gerçekten bambaşka bir haz.
Aslı: Bir oyun yazarı yazdıklarının arkasında duracak güvene ne zaman gelir sence? Bir kişi ne zaman kendine oyun yazarı diyebilir?
Aylin: Bu sanat söz konusu olduğunda, bence kreatif bütün meslekler için geçerli, sadece oyun yazarı için değil. O özgüven çok çok önemli. Fakat onun bir kibre dönüşmemesi gerekiyor. O hep arada, dolayısıyla hep küçük bir “güvensizlik kası” olmalı diye düşünüyorum ben. En büyük oyuncularda, en iyi yazarlarda bile… Muhakkak ki belli bir olgunluk, belli bir tecrübe seviyesine geldiğinde bir farkındalık oluşuyor. Fakat zaten her yeni yazılan metin, her yeni üretim, hele seyirciyle buluşana kadar, “Acaba bu sefer nasıl bir buluşma gerçekleşecek? Bu metin kendi gücünü nasıl ifade edecek? Ya da güçlü bir metin mi, iyi bir metin mi, iyi bir oyun mu?” diye düşündürüyor. Çünkü bu ancak seyirciyle buluştuğunda tamamlanan bir süreç. O yüzden o minik güvensizlik; “Acaba mı, yine oldu mu? Bu yaşayacak mı? Benden sonra da devam edecek mi? Kalacak mı? Başka başka nesillerle de buluşabilecek bir oyun mu?” Çünkü hedef hep o ya, öyle bir metin yazabilmek, kalıcı olabilmek.
Dolayısıyla o küçük güvensizlik çok yararlı bir şey diye düşünüyorum ben. Kreatif prosesi de çok destekleyen bir şey. Ama tabii ki belli bir olgunluk seviyesi de, birkaç oyundan sonra, o oyunların süreçlerini yaşayarak, herkesin kendi yolculuğunda oluşuyor. Ayrı bir nokta bence o.
Aslı: Bir oyun yazarı maddi talebini neye göre, ne kadar ve nasıl belirlemeli?
Aylin: Şimdi gene olduğumuz coğrafyadan ve andan bahsediyoruz diye düşünüyorum. Biraz önceki soruda şunu atladım: Tabii bir de artık büyük mekânlar açıldı. Bir süredir o büyük mekânlarda büyük entertainment'lar yapılıyor. Bunlar da bir tür oyun metni, evet, ama art değil, sanat değil; entertainment başka bir üretim alanı.
Sonuçta oyun yazarları bu büyük mekânlar için de, hatta kimisi talep edilen, ısmarlanan oyunlar yazıyorlar. Şimdi, bulunduğun mekâna yani hedefe göre değişecek bir şey bu. Niçin yazıyorsun? Kimin için yazıyorsun? Hangi koşullarda yazıyorsun? Bütün bunlar başka başka ihtimaller doğuruyor. Mecralar farklılaştıkça, doğal olarak maddi talepler de değişiyor. Eğer büyük bir entertainment yazıyorsan, orada ciddi bir maddi gelir var; hem yapımcının hem de mekânın. Dolayısıyla oyun yazarı da unutmamalı ki içerik en önemli şey. Bu yüzden de değerini koruyacak şekilde kendi telifini talep etmeli. Son yıllarda, özellikle bu tür büyük mekânlar için yazılan oyunlarda, uluslararası belli telif oranlarına göre hareket eden temsilciler de ortaya çıkmaya başladı. Biz de bu oranları talep etmeli ve bunun için birbirimize destek olmalıyız diye düşünüyorum. Ama eğer kendi metnini oluşturup, bütün masrafları da karşılayarak yazar, oyuncular, yönetmen hep beraber bir işin altına el koyuyorsan, o zaman en güzeli Mnouchkine’in yaptığı gibi: bütün masraflar çıktıktan sonra kalan geliri bölüşmek, üleşmek. Bu geniş aralıkta, bu büyük uçurumun içinde herkes kendi durumu ve koşullarına göre pozisyon almalı ve kendi payını doğru değerlendirmeli.
Aslı: Türkiye tiyatro ekosisteminde sana göre oyun yazarlarının ihtiyaçları nelerdir?
Aylin: Türkiye ekosisteminde oyun yazarlarının çok fazla ihtiyacı var. Çeşitli atölyeler yapılmalı, birbirleriyle buluşmaları sağlanmalı. O buluşmalardan ortaya çıkan sorular, sorunlar ve bütün bunlarla ilgili birbirlerine destek verebilecekleri bir ortam oluşturulmalı. Normalde tabii ki devletten de destek olmalı; çeşitli formüller yaratılmalı. Çünkü dünyada da böyle. Belediyeler, devletler tiyatrolara ve oyun yazarlarına farklı imkanlar, farklı destekler sunuyorlar, yazarlık rezidansları gibi. Aslında yapılabilecek, şu anda sayabileceğim çok fazla şey var. Hem birbirimize bir komünite olarak destek olmamız lazım, hem de kültür-sanat kurumu olduğunu söyleyen çeşitli kurumlarla birlikte düşünerek, “Beraber neler yapabiliriz? Nasıl ortamlar inşa edebiliriz oyun yazarlığını geliştirmek için?” gibi sorular üzerinden projeler üretmek ve bu projeler için destekler talep etmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Aslı: Yazan yeterince çalışmadığını zannettiği için kendini suçlu hissederken ve suçluluktan hiçbir şey yapamazken ne yapmasını önerirsin?
Aylin: Biraz ara vermesini öneririm işin açıkçası. Bazen çünkü çok dalıp orada çok kaybolmak diye bir şey söz konusu. Üç yıl, beş yıl aynı metnin içinden çıkamayanları biliyorum. O noktada ısrar etmemek gerekiyor. Bazen böyle küçük aralar vermek. Çünkü beyin en iyi başka şey yaparken düşünüyor. O zaten arkada çalışmaya devam ediyor. Çözemediğin düğüm noktası neyse, o kilitleyen, ne olduğunu da aslında o sırada tam bulamadığı yazarın, o noktada bir parça ara vermek, bir başka şeyle ilgilenmek çok yararlı diye düşünüyorum. Kendini suçlamak yerine, eğer gerçekten yeterince çalıştığına eminse, o zaman böyle birazcık gerçekten dinlenmek ve başka başka şeylerle ilgilenmek, filmler izlemek, gene başka disiplinlerle ilgilenmek, sergiye gitmek. Ve şu çok yaşanan bir şey: Gerçekten o sergiye gittiğinde ya da senin oyununun konusu ile hiç ilgisi olmayan bir film izlediğinde, birden filmi durdurup “Evreka, buldum!” diye bilinçaltından o çözümün geldiği ve önüne serildiği vakalar çok. Dolayısıyla en birinci önerim bu benim: Başka şeylerle ilgilenmek.
Aslı: İlhama inanır mısın?
Aylin: “İlham” denen kelimenin içini nasıl doldurduğumuzla ilişkili. İlham böyle tepeden birden insana gelen bir şey değil, öyle efsanevi, büyüleyici, masalsı bir şey değil benim için.İlham dediğim şey o araştırma, ilgilenme, izleme, “merak kası” dediğim şeyle alakalı. Zaten eğer merak eden, okuyan, gören, izleyen, başka disiplinlerle de ilgilenen, hayatla, dünyayla, politikayla ilgilenen biriysen, o izlediğin, gördüğün bir şeyin içinden başkasının, dediğim gibi, fark etmediği ama senin fark edeceğin bir şey gelip seni buluyor. Sen ona takılıyorsun işte. İlham o aslında. Ona takılıp, ondan sonra da kişinin kendine sorduğu sorularla ilerleyen bir süreç bu. “Peki niye bu ilgimi çekiyor?” O an, o niye senin ilgini çekiyor, onu da çok bilmiyor olabilirsin. “Niye bu ilgimi çekiyor?” diye başlayıp, onunla ilgili kendine sorular sorup o soruların peşine takıldığında, aslında yavaş yavaş oluşturduğun bir şey... Çünkü metin, oyun metni. İlham denen şey benim için böyle bir şey.
Aslı: Hayatın boyunca tek bir oyun metni okuyabileceksin. Bu hangi oyun metni olurdu?
Aylin: Bir tane mi? Herkes böyle diyordur belki. İki tane seçemiyor muyuz? Bir tane klasiklerden var çünkü, bir tane de çağdaş metinden. Ama şu an doğal olarak ilk çağdaş metin olanı seçeceğim. Sarah Kane, The Crave.
Sadece onu okumak isterdim. Çünkü gerçekten içinde çoğul, her şeyi neredeyse barındıran bir metin. Ben onu ilk izlediğimde, Emre Koyuncuoğlu’nun yönettiği The Crave sahnelemesi İstanbul Tiyatro Festivali'ndeydi ve çarpılmıştım gerçekten. Hissettiğim şey şuydu: Beynimi aldılar, bir uzayda, bir sürü karakter, olay ve durumun olduğu bir galeride, ışık hızıyla beynim şu an fırlatılıyor ve ben hepsini yakalamaya, takip etmeye çalışıyorum. Hissettiğim duygu buydu benim. Dolayısıyla The Crave.
Aslı: Son olarak, Dramatist Türkiye ve Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi hakkında ne düşünüyorsun?
Aylin: Biraz önce “Yazarların neye ihtiyaçları var?” diye sormuştun. Ben de böyle bir toplanma, buluşma noktası demiştim. Dramatist bunu karşılayacak gibi gözüküyor, o yüzden çok heyecan verici. Hele bu podcastlerde birbirimizi dinlemek, duymak, bir arada olmak çok değerli. Tanışmak, tanışmadığım kişilerle de tanışmak. Çünkü ancak birbirimizle ilişkilenerek, bir komünite olarak yapmak istediklerimizi yapıp, neler yapabileceğimizi fark edebileceğimiz, birbirimizi güçlendirebileceğimiz bir alan diye düşünüyorum. O yüzden iyi ki oldu, iyi ki var.
Aslı: Teşekkürler, Aylin. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere.
*Bu çalışma Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Dramatist Türkiye’ye aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.
Share this post