Dramatist Türkiye
Dramaturji: Ses ve Söz
Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi: Nadir Sönmez
0:00
-34:35

Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi: Nadir Sönmez

Oyun yazarlığının ritmi, ilhamın zamanlaması, mesleğin sınırları ve görünürlük mücadeleleri üzerine: Bu bölümün konuğu Nadir Sönmez.

Aslı Ekici: Merhaba, ben Aslı.

“Bu merkez” oyun yazmanın dünyadaki en zor iş olduğunu iddia eden bir yardım kuruluşudur. Oyun yazmak, bir marangozun yaptığı işten zordur, çünkü oyun yazarken marangoz atölyesindeki gibi araç ve gereçleri gözünüzle göremezsiniz. Şarkı söylemekten zordur çünkü üretildiği anda karşı tarafa ulaştıramazsınız. Madencilikten zordur (daha neler) çünkü aklınızın ve kalbinizin karanlık tünellerinde gezerken bulduğunuz cevherler, onlarınki gibi birikmek yerine hemen uçup gitme riskine sahiptir. Öğretmenlikten kesinlikle zordur çünkü kimse size maaş vermez. Kalp doktorluğundan bir şekilde zordur çünkü insanlara ait duygularla uğraşırken steril bir ortama sahip olmak çok düşük bir ihtimal. Ve son olarak, beyaz yakalı olmaktan zordur çünkü mesai saatlerine tabi değilsiniz.

Bu merkez, bahsedilen tüm zorluklarla mücadele etmeye mecbur olan oyun yazarının fiziksel ve ruhsal bütünlüğü için hayati bir önem taşır. Zira, kendini regüle etmekten bihaber olan yazarın; kronik kas ağrıları, duygusal yeme bozukluğu, öz değerini hızlıca yitirme, kaygı bozukluğu, dürtüsel davranışlar ve sık sık gelen intihar arzusu gibi durumlarla yüzleşmesi kaçınılmazdır.

Bugün merkezimizin uzmanlarından Nadir Sönmez ile birlikteyiz. Şimdi ona yönelttiğim soruları ve uzman cevaplarını dinleyeceksiniz. Kimsin? Söylediklerine güvenebilir miyim?

Nadir: Merhaba, ben Nadir. Söylediklerime güvenip güvenilemeyeceğine dair çok net bir cevabım yok. Bir şekilde konuşurken gerçeği çarpıtmayı sevdiğim için onun bürünebileceği formlarla ilgili karşı tarafta inandırıcılığımla da ilgili bir sorumluluk almaktan çekiniyorum. O yüzden muallakta bırakmak istiyorum.

Aslı: Seni oyun yazarlığına başlatan şey ne oldu?

Nadir: Ben tiyatro okudum. Dolayısıyla bir şekilde, 18 yaşımdan beri hayatımdaki çok merkezi ilgi ve çalışma alanlarından bir tanesi tiyatro. Daha çok oyunculuk yaparak başladım. Ama oyunculuk insanların beni seçmesi dinamiği üzerinden ilerleyen bir meslek olduğu için, bir noktada kariyerimi ve hayatımı daha çok yönetebilme ihtiyacım oluştu. Kendimi bildim bileli günlük tutuyorum. O yüzden yazmak benim hayatımın hep bir parçası oldu. Tiyatro okuyup, çok fazla oyun izledikten sonra tiyatro hayatımda çok yer kapladı. Sonra da “tiyatro oyunu” bir düşünce biçimi olarak zihnime yerleşmeye başladı bence. Olayları kafamda düşünürken, tartışırken onlara bir tiyatro oyunu formu vermek daha fazla mümkün olmaya başladı. Bir noktada kısa, on-on beş dakikalık oyunlar yazmaya başladım. Bu aslında aktif olarak tiyatro yapmaya devam edebilmek için bulduğum bir formüldü. Çünkü İstanbul'da kısa üretimleri destekleyen A Corner in The World gibi oluşumların açık çağrılarına cevap vermek için bir şeyler yazıyordum. Böylece, hem ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışırken aktif kalıyordum hem de metin yazmaya başlıyordum. Sonra da o kısa oyunlar, biraz da kendiliğinden, kendini bildiğimiz anlamda bir tiyatro oyunu uzunluğundaki metinlere evriltmeye başladı.

Aslında oyun yazarlığı benim için oyunculuk kariyerinin tıkanmasına gösterdiğim bir savunma mekanizması diyebilirim. Bir taraftan da Kadir Has Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmıştım. O dönemde tez yazarken insanların çok sancılı süreçler geçirdiğini görüyordum. Bence ben daha kolay yönetiyordum süreci. O yüzden yazmanın aslında herkes için o kadar da içten gelen bir şey olmadığına ikna olup bende var olan bir şeyi değerlendirmek istedim diyebilirim. Çünkü evet, bazı insanlar ya doğaları ya da geçmişleri gereği yazmaya daha teşne. Ben de kendimi o insanlardan biri olarak görüyorum. İlk oyunumu yazdıktan sonra da, ya bir yarışma için ya da kendim bir konuyu daha derinlemesine düşünebilmek için oyun yazmayı sürdürdüm. Zaten bir oyun yazdıktan sonra, insanın kafasında hep yazdığı oyunun referansı oluyor. O yüzden yeni bir oyun yazarken o referanslar da canlanıyor. Ona cevaben ya da ona muhalif bir şeyler üretmek istiyor insan. O yüzden aslında bir kere oyun yazıldı mı devamının gelmesi de biraz doğal bir süreç gibi oluyor.

Aslı: Peki neden oyun yazıyorsun? Sence bu meslekte ısrarcı olmak saçmalık mı?

Nadir: Oyun yazıyorum çünkü tiyatro yapmayı seviyorum, oyuncularla çalışmayı seviyorum, kendi metinlerim üzerine çalışırken oyuncularla kurduğum ilişkiyi seviyorum. Tiyatro, kolektif ve çok sesle yapılabilen bir sanat türü. Ama kendi metnimi yazdığım zaman, insanlarla bağ kurmak için çok güvenebildiğim bir zeminde başlıyor ilişkiler. Başkalarının oyunlarını yönetiyor olmak durumunda, sanki başka bir sorumluluk mekanizması devreye giriyor, daha fazla yardıma başvurmak zorunda hissedebiliyor insan. Ama ben kendi metinlerimi yazıp sonra yönetirken kendimi çok güvende hissediyorum. O yüzden de oyun yazmak ve kendi yazdığım metinler üzerinden çalışma ortamı kurmak beni hayatta “iyi” tutuyor.

Oyun yazmanın kendisini, yönetmenlikten bağımsız dinamiklerini düşünecek olursam da, sanırım hep diyalektik düşünen biriyim. Öyle hissediyorum. Genelde de hayatta bir konu hakkında fikir sahibi olmaktan çok bir fikir geliştirmeye başladığımda o fikrin muhaliflerini, karşıtlarını da çok paralelinde hep geliştiriyorum. O yüzden kendi başıma bir fikri sahiplenmekte, bir tarafı çok benimsemekte zaten zorlanıyorum. Oyun yazarlığı da bana, bu çok sesli, çok tartışmalı zihnime insanların da takip edebileceği, o dönemki hislerimi ve düşüncelerimi aktarabileceğim bir dramaturjik zemin sunuyor. O yüzden oyun yazarlığı, kafamdaki tartışmaları daha yaratıcı hikâyelerle ve karakterlerle gündeme getirme, onları bir esere dönüştürme metodu da diyebilirim. Sanırım beni en çok körükleyen şey o tartışmaları anlamaya çalışmak oluyor.

Aslı: Oyun yazarlığı bir meslek mi sence?

Nadir: Oyun yazarlığı bence bir meslek ve süper bir meslek. Ben oyun yazarlarını okumayı çok seviyorum. Hayatımın belli dönemlerinde bir şey eksik gelmeye başladığında yeni, daha önce hiç okumadığım bir oyun yazarını okumak bana çok iyi geliyor. Özellikle başka ülkeleri, bir şekilde aşina olmadığım kültürleri oyun yazarları üzerinden öğrenmek ya da beni meşgul eden meselelerin başka toplumlardaki, kültürlerdeki karşılığını onların dinamikleri üzerinden öğrenmek hep çok güzel geliyor.

Bir de oyun okumaya başlamak ve başladığın bir oyunu bitirmek daha kolay. Dolayısıyla zamanını ve angajmanını karşılayan da bir pratik. Başka metinleri, romanları, makaleleri okumayı çok seviyorum ama oradaki angajmanımdan vazgeçmek daha kolay oluyor. Çünkü çok fazla merak ettiğim ve ilgimi çeken kitap var. Bazen o kitaplardan istediğİm bir kısmı alıp o kitabı bırakabiliyorum. Ama bir şekilde bir oyuna başladığımda genelde o oyunu bitirmek istiyorum. Sanırım o formun okuma kolaylığı da iyi bir referans.

Bir taraftan da tabii spesifik bir meslek ve o yüzden bu meslekle ilgilenen insanların nerede toplandığını, nasıl kümelendiğini, nasıl işlediğini öğrenmek de ilgimi çekiyor. Bir yere gittiğim zaman oranın oyun yazarlarının kim olduğu, sanki bana da kendi hayatımla ilgili kolay konuşabileceğim, kolay frekans tutturabileceğim insanlarla buluşmak için de bir sinyal veriyor gibi hissediyorum. Bence bir meslek.

Aslı: Yazmak için neye ihtiyaç var? Nereden başlamalı?

Nadir: Yazmak için zamana ihtiyaç var, yalnız kalabilmeye ihtiyaç var. Hatta belki de yalnızlığın bir gereksinim olmasına ihtiyaç var. Biraz kendim üzerinden cevaplayabilirim: Ben hayatımda günün önemli bir zamanını yalnız geçiren biriyim. Bu, daha çok kendi ilgilendiğim şeylerin sonucu olarak mı böyle oldu, yoksa zaten böyle bir yapıdaydım o yüzden yalnızlığın el verdiği işlere ve araştırmalara mı daha çok yöneldim, onu tam bilemiyorum. Ama sanki biraz da küçüklükten gelen bir şey gibi geliyor. Odaklanmaya ve yalnızlığa ihtiyaç var diyebilirim.

Onun dışında da bence, dönem dönem insanı diğer konulardan daha fazla, daha yoğun bir şekilde meşgul eden meseleler olabiliyor. İnsan, bu meseleleri farklı disiplinler aracılığıyla anlamaya çalışıyor; psikoloji olabilir, sosyoloji olabilir, antropoloji olabilir… Dünyaya dair herhangi bir alan, herhangi bir olgu olabilir bu. Ama tüm bunlarla bir arada kalıp, onlarla ilgilendikten, onları öğrendikten sonra bir noktaya geliyorsun ki artık onu sen de ifade etmek istiyorsun. Biraz somut bir örnek üzerinden gitmeye çalışayım: Toplumsal cinsiyetle ilgileniyor olalım. Toplumsal cinsiyetin ilgilendiğimiz yönüyle ilgili bir makale de yazıyor olabiliriz, film de çekiyor olabiliriz, bir podcast de yapıyor olabiliriz. Ama oyun yazarlığına yönelince insan sanki yaşadığı dönemle ilgili bir ruh hâlini ve bir sorunsalı somutlaştırma şansı da buluyor. Belki de oyun yazarlığı, insanın gelecekle kurduğu ilişkiye dair bir şey söylüyordur. Oyunlar, sonrasında da üretilmeye devam eden metinler oldukları için, zamanla ilgili farklı bir algıyla ortaya çıkıyor olabilirler. Makaleler ya da romanlarla ne ölçüde farklıdır, bunu şu anda tartışamıyorum; ama oyun yazarlığı bende böyle bir hissiyat uyandırıyor. En azından ben oyunları okurken farklı ülkeler ve farklı dönemlere dair referanslarımı benim daha çok ihtiyaç duyduğum şekilde sağlıyor bana. Eninde sonunda sanki toplumsal fenomenlerin sanatsal yorumlanışı, bende daha iyi bir kavrayışa sebep oluyor gibi hissediyorum. O yüzden, akademi, diğer alanlardaki üretimler bana öğretici olsa da, duruş belirlemede oyun yazarlığı gibi yöntemler benim için daha ikna edici oluyor.

Aslı: Yazmak için hep arzu dolu olur musun? Bu arzuyu neye benzetirsin, rengi, tadı, kokusu nasıldır?

Nadir: Arzunun zaman zaman şiddeti değişiyor, azalıyor, artıyor. Ama bir şekilde ben yaşadıklarımı hep ifade etme ihtiyacı duyuyorum. Günlük yazmak bence biraz bunun sonucu. Sanırım proses etmekle ilgili bir şey. Bu süreci ben metin yazmak üzerinden daha çok yaşıyorum. O yüzden aslında ihtiyaç duyuyorum. Yazdığım zaman düşüncelerimi daha iyi anlayabildiğimi, onlarla daha iyi mücadele edebildiğimi hissediyorum. Dolayısıyla arzudan çok aslında bir gereksinim daha çok belirleyici oluyor sanki. Arzu, sanırım bir konuyla ilgili benim düşündüğüm, benim hissettiğim ve kamuoyunda çok karşılığını bulamadığım bir şey olduğunda ortaya çıkıyor. Her insanın hayatını geçirme biçimi, zaman ayırdığı şeyler birbirinden farklı. Benim hayatımda daha çok ilgilendiğim ve zaman ayırdığım şeylerin sonucunda, bence belki de bir noktada sadece benim görebildiğim bir şey oluşuyor ve onu aktarma ihtiyacı duyuyorum. O yüzden de arzu bana o kendini ifade etme isteğiyle geliyor. Onun dışında çok net tanımlayabileceğimden emin değilim ama sanırım, hayatta net sorumluluklarım arttığında -zamanımı ayırmam gereken ya da özellikle ayırmak istemediğim şeyler yoğunlaştığında- onlardan kurtulma arzusu da doğuyor. Aslında en yoğun bir şey yazma ihtiyacı, bir şeyleri ortaya koyma ihtiyacı yazmaya çok zamanımın olmadığını hissettiğim zamanlarda oluyor. O da kendi içinde hem paradoksal hem de güzel bir şey. Çünkü günün birinde, yazmakla ilgili ideal koşullarım elimden alındığı için yazamıyorum gibi bir bahaneyi kendime söyleyemiyor oluyorum. Çünkü geçmişten biliyorum ki, ne zaman o anlamda hayat beni sıkıştırsa neredeyse daha verimli yazdığım oldu.

Aslı: Bir oyun yazarı yazdıklarının arkasında duracak güvene ne zaman gelir? Senin için böyle bir an oldu mu? Sence bir kişi ne zaman kendine oyun yazarı diyebilir?

Nadir: Ben daha önce de söylediğim gibi oyunculukla başladım tiyatroya. Oyunculuk hassastı benim için. İnsanların geri bildirimine göre düşündüğümde çok çok cesaretlendirildiğim bir alan değildi. Yapmaktan zevk alıyordum ama aynı zamanda kendimden de çok şüphe ediyordum. Yazarlık başladığında bence etrafımdan daha net bir destek gördüm. Sanırım insan hayatta bir şey yapmaya çalışırken o destek çok etkili oluyor. Diğerlerinin onayı, teşviki, cesaretlendirmesi gibi ona karşı gelmeye çalışmak da, kendi istediğini yapmakta ısrar etmek de çok etkili oluyor. Ama bir noktada, sanki hayat sana sinyaller gönderiyor. İyi olduğun ya da ilgi uyandırdığın konuda zaten insanlar sesini çıkarıyorlar, sana o onayı veriyorlar. O yüzden yazmakla ilgili ben böyle hissettim. Yani yazmaya daha ağırlık verdiğimde, bunu destekleyen insanlar çok çabuk belirdi diyebilirim. Onların varlığı, onların teşviki de beni motive etti. Benim açımdan bu, sevdiğim oyuncuların metinlerimle ilgilenmesiyle oldu. Ben oyunculuğu hayal ettiğim kadar iyi ilerletemedim. Ama oyunculuk mesleğine çok saygı duyuyorum ve oyuncuları genel olarak çok seviyorum. Onlarla konuşmak, bir araya gelmek çok iyi geliyor. O yüzden oyunculuk mesleğinde benim için iyi yerlerdeki insanların metinlerime gösterdiği tepki de çok teşvik edici oluyor. Bir oyuncuyu bir metin üzerinden heyecanlandırabilmek bana hep çok motive edici geliyor. O yüzden o güven duygusu bir yandan oyuncularla geliyor, bir yandan da zamanla sektörün kendi içinde kurumsallaşmasıyla birlikte sana yönelik bir talep olduğu hissini veren bazı gelişmeler yaşanabiliyor. Mesela bir kere Sabancı Müzesi’ndeki Müzede Sahne Festivali için oyun yazmam talep edildi. Yani, spesifik bir etkinlik için oyun istendiğinde, bu da aslında sektörün sana bir cevap verdiği hissini yaratıyor. Yaptıkların, yazdıkların görülmüş ve devamı isteniyor gibi hissediyorsun. Bu yüzden, hem bireysel ilişkiler hem de kurumsal onaylar benim için etkili oldu diyebilirim.

Aslı: Bir oyun yazarı maddi talebini neye göre, ne kadar ve nasıl belirlemeli?

Nadir: Ben oyunları yazmaya başladığımda, oyun yazarlığının finansal olarak ne ifade ettiğine dair pek bir fikrim yoktu. Zaten maddi bir planlamayla da başlamadım. Gerçi bazen bir yarışmayı kazanma güdüsüyle yazdığım oluyordu, orada bir maddi hedef var. Ama genel olarak, emeğimin, ortaya koyacağım işin ya da harcayacağım zamanın karşılığını düşünerek planlamadım yazma sürecini. Bu, ancak yakın zamanda anlamaya ve öğrenmeye çalıştığım bir şey. Şimdiye kadar bir oyunu, hep kendi imkânlarımla yazıp sonrasında sahnelediysem, oyunun sahnelenmesinden gelen maddi karşılığı aldım. Ama aslında tabii en ideali, oyunu yazmadan oyunun yazım sürecinin karşılanabilmesi olurdu.

Ben kendi mesleğimde ilerledikçe insanların ve kurumların eserlere ve zamana biçtiği ücretle ilgili daha fazla referansım oluyor. O referansları kullanarak anlamaya çalışıyorum. Türkiye'de oyun yazarlığı ile ilgili böyle bir barem var mı bilmiyorum ama mesela IACA Türkiye Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin kendi içerisinde bir baremi var. O çoğunlukla metin yazımı üzerinden bir tarife sunuyor; yani insanların 500 kelimelik bir haber için talep edeceği asgari ücreti de, bir kitap uzunluğundaki küratöryel metinler için harcayacağı emeğin karşılığını da belirliyor. Elbette farklı sektörlerden bahsediyoruz ama yine de kullanılan dil ve o dilin niteliği üzerinden düşünürsek, en azından bir atmosfer belirleme konusunda yardımcı olabilir. Tabii ki bu da kendi içinde oldukça tartışmalı. Oradaki ücretlendirmelere sektörde her zaman uyulmadığını da biliyoruz. Onun dışında ben dediğim gibi, Sabancı Müzesi için oyun yazdığımda oyun yazmam karşılığında bir ücret aldım. Onu belirlemeye çalışırken ulaşabildiğim ve benimle bu bilgiyi paylaşabilecek insanlardan fikir almıştım. Bir de geçtiğimiz aylarda şundan haberdar oldum, o bir örnek teşkil edebilir: Almanya’da Mainz şehrindeki bir devlet tiyatrosunun iki yıldır düzenlediği bir oyun yazarlığı fonu var. Carl Zuckmayer isimli bir oyun yazarının anısına düzenlenmiş bir fon. Her sene Avrupa'dan, özellikle biraz daha göç üzerine çalışabilecek bir oyun yazarını seçip ona yıllık 10.000€ veriyorlar. Senede üç kere Almanya'ya gidip gelmesini karşılıyorlar ve sonrasında o tiyatroda oyununu sahneliyorlar. Dolayısıyla bir oyun metninin yazılmasına bütçe sağlanmış. Muhtemelen oyun sahnelendikten sonra da oradan gelecek olan bir kazanç devam ediyor. En son Avrupa üzerinden edindiğim referans buydu. Avrupa koşullarında düşündüğümüzde muhtemelen çok daha yüksek fonlar da vardır. Ben buna başvurdum ama alamadım; yine de, elde etmeye yakın adaylardan biri olduğumu biliyorum. Dolayısıyla bu, sektör içinde bana Avrupa parametrelerine göre bir ihtimal kazandırıyor diyebilirim. Günün birinde böyle bir fon alabilirim hissi veriyor. Dün Facebook’ta, sanırım Fredrik Brattberg’ti, onun 10 yıllık bir tiyatro yazarlığı fonu aldığına dair bir şey gördüm. Tabii İskandinav ülkesinde yaşamanın getirdiği bambaşka bir dünya var ama mesleğinde çok ilerlemiş bir oyun yazarının önümüzdeki 10 yılının bir şekilde garanti altına alınabiliyor olması, bu işin kurumsallaştığında sürdürülebilirliğine dair bir zemin oluşabileceğini gösteriyor bence. Türkiye'de buna yakın olduğumuzu düşünmüyorum. Ama en azından ileride oyun yazma mesaisine verilecek emeğin karşılığı düşünülürken benim sahip olduğum güncel referanslar bunlar diyebilirim. Onu belirlerken şunu hatırlamakta fayda var—bunlar hep başvuru yaparken fark ettiğim şeyler oldu. Mesela ben güncel sanatla ilgili oyunlar yazdım ve bu bana, kendi ilgi alanım üzerine çalışmak gibi geldiği için, harcadığım emeği pek ayırmıyordum kafamda. Ama işin içine finansal parametrelerle bakınca, aslında bir sanatçının ya da küratörün belli bir konuda nasıl konuştuğunu bilmek de bir uzmanlık alanı. Yani oyun yazarlığı, karakter yaratmak, dramaturji kurmak ya da hikâye örgüsü kurmanın yanı sıra, o karakterlerin arka planlarına uygun dili öğrenip kullanmayı da içeriyor. Bu da başlı başına bir uzmanlık. Dolayısıyla bir insan emeğinin karşılığını belirlerken, hangi uzmanlıklardan yararlandığını da açığa çıkarırsa, belki taleplerini buna göre daha net ifade edebilir.

Aslı: Türkiye tiyatro ekosisteminde sana göre oyun yazarlarının ihtiyaçları nelerdir?

Nadir: Ben şahsen hep oyun yazarlığı üzerinden bir şey geliştirmeye çalıştığımda daha yurt dışındaki kurumları yoklarken buluyorum. Sanki Türkiye'de oyun yazarı olarak çalıştığım konuları düşününce daha devlet destekli, belediye destekli kurumlar üzerinden böyle bir finansman elde edebileceğime inanmadan yaşıyorum. Böyle olmaması gerekirdi. Ben bunu hiç düşünmeden, “Oyun yazarlığı kariyerimi bu ülkede sürdürebilirim” diyebilmeliydim, ideal koşullarda böyle olmalıydı. Bu yüzden bence oyun yazarlarının ihtiyaç duyduğu ilk şey ifade özgürlüğü. Neyin sahnelenebileceği ya da neye müsaade edileceği gibi parametrelerle sınırlanmadan… Yani mesele dünya görüşü ya da karakter inşası değil; gerçekten içlerinden ne geliyorsa onu yazabilmeleri.

Yakın zamanda New York'a gittim ve New York'ta Play Company diye bir tiyatronun kurucusu ile tanıştım. New York, dünyada çok fazla alanda uluslararası bir yer, dünyaya dair her şeyin gözlemlenebildiği bir yer gibi. Ama tiyatro konusunda yabancı oyun yazarlarına erişim aynı ölçüde güçlü değil. Onlar da bu eksiklikten yola çıkarak bir kurum kurmuşlar ama 1999’da kurdukları halde hâlâ New York tiyatro alanında dış seslere, diğer sektörlerdeki çok sesliliğine göre daha az açık bir yer gibi gözüküyor. Mesela ben bir şehre gittiğimde kime erişebileceğimi daha kolay bulurken, New York'ta tiyatro alanında kime erişeceğimi kendim bulamadım ve birine sorarak bulabildim. O sohbetlerden sonra şunu fark ettim: Brezilya’da ya da Filipinler’de bir kurumla çalışacaklarında, her seferinde o ülkede çalışacakları oyun yazarını bulmak için çok net işaret edebildikleri bir yapı var, oyun yazarlığına odaklanmış ya da onunla ilişkilenmiş bir kurum. Bunun benzer örnekleri İstanbul’da da, Türkiye genelinde de var aslında. Belki bunlar çoğaltılabilir. Belki bunların çalışma alanları spesifikleştirilebilir. Çünkü ben New York'taki Play Company ile görüştüğümde “Biri beni Türkiye'de bulmak istese nasıl bulacak?” sorusuna daha iyi cevap verebilmek istediğimi hissettim. “Bir kurumla o kadar birleşik gözükmediğim müddetçe hâlâ nasıl keşfedilebilirim?” ya da hâlâ “nasıl benle işbirliği yapılabilir?”e cevap vermek isterim.

u, bu soruya cevap yerine biraz daha soru gibi oldu sanırım ama başka bir sektörden aklıma örnek gelmesiyle cevap vermeye çalışayım. Belki ben de daha iyi bir cevap bulurum. Son zamanlarda deneysel filmcilik, video sanatı ile daha fazla ilgileniyorum, daha fazla video üretiyorum. Bu alanda araştırma yaparken bazı şeyleri bulmak görece daha kolay geliyor bana. Mesela Hırvatistan’daki deneysel film festivali büyük ihtimalle tek bir festival. O festivale odaklandığında, onun üzerinden o ülkenin ya da çevresindeki ülkelerin sanatçılarını, o ekosistemi kolayca inceleyebileceğin bir yapıya dönüşüyor. Referanslarını bulmak da, anlamak da daha kolay oluyor. Türkiye’de oyun yazarlığı alanında daha fazla insanın görünür olabilmesi için, belki hem dışarıdan bize bakıldığında “biz nasıl gözüküyoruz, nasıl bir araya geliyoruz, nasıl kümeleniyoruz?” gibi soruları düşünmek gerek, hem de içeriden bir yerden “hangi özelliklerimiz bizi bir araya getiriyor, hangileri uzaklaştırıyor?” gibi soruları anlamaya çalışmak önemli. Tiyatronun ticarileşmesi ile ilgili zaten hepimizin gözlemlediği daha sert bir şey var son yıllarda. Ama tiyatro yazarlığının kendisi zaten toplumdaki bu değişimleri daha eleştirel tartışmaya yönelik bir meslek. O yüzden buna uyumlanmak yerine bunu daha eleştiren oyunlar yazılırsa meslek de güçlenir. Çünkü öbür türlü çok sıkıcı ve ilgi çekici olmayan bir hâle bürünebilir.

Aslı: Yazar yeterince çalışmadığını zannettiği için kendini suçlu hissederken ve suçluluktan hiçbir şey yapamazken ne yapmasını önerirsin?

Nadir: Bu suçluluk duygusunu daha çok, başka yazarların çalışma rutinleri hakkında çok net ifadeler kullandıklarını gördüğümde yaşıyorum. “Günde şu kadar saat mutlaka yazarım” gibi cümleler mesela. Bir deadline olduğunda, insan zamanı ona göre ayarlamayı zamanla içselleştiriyor elbette; ama o netlik hali bazen bende bir eksiklik hissi yaratıyor. Çok fazla kağıt üstünde muhasebe yapmadan da neredeyse vücut ritmiyle, hangi gün ne kadar çalışırsa o hedefe ulaşabileceği ile ilgili içgüdüsel bir saat ve çalışma ritmi gelişiyor sanki. İnsanın kendi çalışma yöntemi kendiliğinden belirliyor gibi geliyor.

Ben bağımsız çalışıyorum, bir kuruma bağlı değilim. Dönem dönem yüksek lisans yaptığım oldu. Doktora derslerine başladığım oldu. Ya da kısa süreli workshoplar, işler yaptığım oldu. Öyle dönemlerde çok daha sıkı bir disiplinde çalışmam gerekiyor. Sonra kendi başıma kaldığımda, sanki o ritim, o disiplin gerçek hayatın ritmiymiş gibi geliyor. Ve ben ondan kaçtığım için, gerçek hayatın dinamiklerinden uzak yaşıyormuşum gibi bir suçluluk hissediyorum. Gün içinde hep belli bir üretkenlik, belli bir sonuca ulaşma temposunda olmam gerekiyormuş gibi… Ama bunu sadece ben değil, oyun yazarı olmayan ama sanat alanında çalışan birçok kişiyle konuştuğumda onların da yaşadığını görüyorum. O yüzden bunun ekonomik işleyişimizin bize hissettirdiği bir şey olduğunu da düşünüyorum. Belki bundan hem çok kaçış yoktur hem de o kadar mücadele etmemiz ya da tamamen çözüm bulmamız gereken bir şey olmayabilir. Ama bir noktada hayatını ekonomik, maddi anlamda planlaman gerektiğinde eğer karşına “ömrün boyunca şu kadar oyun yazman gerekiyor” gibi bir tablo çıkıyorsa, ona bir şekilde uyumlanman da gerekebiliyor.

Ben bunun rahatlığını şuradan kurmaya çalışıyorum: Zaten belli dönemlerde, belli frekanslarda hayat bana yeterince güçlü bir sorunsal yaratıyor gibi hissediyorum. Kimse benden oyun yazmamı istemese bile benim hayatta mücadele etmem gereken yeterince büyük bir mesele kendi içimde oluşuyor. Benim zaten onu hafifletebilmek adına, ilerletebilmek adına bir çalışma yapmam gerekiyor. Belki oyun yazarlığı yapmıyor olsaydım, terapiden terapiye başvurarak mücadele edeceğim ya da başka bir yere kanalize edeceğim enerjiyi, ben oyun yazarlığına kanalize ederek zorunlu olan bir ihtiyaca aslında hayatta pratik bir işlev kazandırıyorum. O yüzden belki bana böyle bakmak faydalı oluyor. Çünkü o zaman sistemin dayattığı şeyleri de yaşıyorum ama en azından hayatın zorluklarına karşı geliştirdiğim cevap mekanizması beni oyuncularla buluşturuyor, ortaya çıkan ürün beni seyircilerle buluşturuyor, bir sosyal hayat kazandırıyor, bir tartışmanın içine dâhil ediyor. Dünya üzerindeki bir kontekst de bana zaman içerisinde bir yer sağlıyor. Başka insanlarla sıfırdan tanışırken tanışmayı kolaylaştıracak geçmiş referanslar biriktiriyor gibi bir sağlaması var kafamda. O yüzden buna bir zorunluluk, yükümlülük gibi bakmak yerine zaten hayatta beni zenginleştiren, ilerleten bir şey gibi görmeye çalışıyorum.

Aslı: İlhama inanır mısın?

Nadir: Daha fazla ilham duygusu hissettiğim dönemler oluyor bence. Kimi zamanlarda gerçekten bir şeyi, o sırada hemen not etme ihtiyacını hissettiğim daha çok oluyor. Telefonla olduğum için bütün gün, bazen telefonumdaki “verimli not oranı” artıyor diyeyim. Sürekli not alıyorum ama bazen bir oyunumda yazdığım ve belki de 10-15 dakika süren bir sahnenin çok kemik, yüzde yetmişlik bir kısmı çok hızlı, bir anda çıkıyor. Belki masa başında üç saat mesai tanısam ortaya çıkaramayacağım berraklıktaki bir akış bazen metrobüste giderken beş dakikada yazılıyor. O yüzden ilham deyince benim aklıma, biraz daha hızlı gelişen ve bir şeyi acilen yazma ihtiyacını doğuran bir hâl geliyor. Böyle bir şeyin var olduğuna inanıyorum. Onu şahsen suni yöntemlerle tetikleyebilir miyim tam emin değilim. Onun sürprizli olması zaten güzel bir şey. Ama bu bir şey yazmak istediğimde daha steril bir ortam yaratıp düşüncelerime zaman tanıyarak masanın başına geçmek, bilgisayarın başına geçmek ya da bir dönem ayarlayıp bir yere gidip sadece belli bir konuyu yazmak için çalışmaya inanmadığım anlamına da gelmiyor. Kesinlikle çok verimli. Kimi metinlerin revizyon ve edit ihtiyacı daha fazla oluyor, kimisi zaten yeterince güçlü ve kendini ortaya koyan bir şekilde çıkmış oluyor. İlham sanki biraz onu belirleyen faktör gibi hissediyorum.

Aslı: Devamlı oyun yazacaksın ama hayatın boyunca tek oyun metni okuyabileceksin. Bu hangi metin olurdu?

Nadir: Bu soruya gerçekten dürüst bir cevabım yok. O yüzden geçtiğimiz yıllarda beni en çok etkileyen oyun yazarını söylemek isterim: Robert Chesley. Onun toplu oyunlarının olduğu bir kitabım var, sanırım onu alırdım. Ama bu soruya vereceğim cevap herhalde birkaç sene sonra değiştirdi.

Aslı: Son olarak Dramatist Türkiye ve Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi hakkında ne düşünüyorsun?

Nadir: Sevindirici bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle varlığı beni mutlu eden bir gelişme. Aslında biraz önceki sorulara cevap verirken bahsettiğim insanları bulmak, onları görünür kılmak gibi bir gereksinime karşılık vereceğini düşünüyorum. Bu da bana bir güven hissi veriyor. Güvence duygusuyla yaklaşabileceğim, bağ kurabileceğim insanları bir araya getirebilecek bir oluşum gibi geliyor ve bu da sevindirici geliyor.

Aslı: Teşekkürler Nadir. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere.

Nadir: Ben teşekkür ederim.


*Bu çalışma Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Dramatist Türkiye’ye aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.


Discussion about this episode