İki Kalas Bir Heves Bir De Hep Aynı Şeyler
Yaren Çiçek bu yazıda, “iki kalas bir heves”in gölgesinde şekillenen dramaturgun emeğini; sektörel çelişkiler ve görünmezlik üzerinden tartışmaya açıyor.
Çocuk oyunları seyrederken, dramaturji bölümünde okurken ya da tiyatronun içinde olmadığım diğer zamanlarda benim de herkes gibi bildiğim bir şey vardı: tiyatrodan para kazanılmaz ancak iki kalas bir heves yapılır. Zaman içinde çeşitlenen tiyatro yapma biçimleri ile günümüz tiyatrosu, ekonomisini de çeşitlendirip maddi sorunlarını çözüme kavuşturmuş gibi gözükse de aslında olan çok daha başka bir soruna işaret eder: tiyatrodan bazıları para kazanır, bazıları iki kalas bir heves yapar.
Ödenekli tiyatrolar, kendi yağında kavrulan topluluklar, bağımsız ama ünlü tiyatrolar ve prodüksiyon şirketleri derken tiyatro üretimi günümüzde son derece arttı. Değişen iç (tiyatronun kendi dinamikleri) ve dış (toplumsal dinamikler) koşullar neticesinde tiyatro, artık bir entertainment1 olarak görülmeye ve buna göre “yatırımlar’’ almaya başladı. Azınlıkta kalan kemik tiyatro seyircisine sayısı gittikçe artan diğer seyirci gruplarının eklenmesi ve bu grupların bu entertainment’a ilgi duymasıyla arz-talep dengesi kuruldu, pasta oldukça büyüdü. Bu kadar çok üretimin olduğu yerde yeni metinlerin, akabinde oyun yazarlarının ve dramaturgların temsilinin artacağını düşünsek de aynı isimler aynı isimlerle aynı şekilde oyunlar yapmaya devam ettiler. Çemberin dışında kalan tiyatrocular için ise iş imkânları gittikçe azaldı. Bu çemberi yaratan entertainment dünyasının kendine örnek aldığı Avrupa tiyatrosu ile arasında önemli çelişkiler bulunmaktadır. Dramaturgların etki alanları Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde değişkenlik gösterse de hem dramaturglar için hem de tüm tiyatro emekçileri için işe alımda eğitim geçmişi ile yetenek setinin önem taşıması ve çalışma standartlarının çoğunlukla oturtulmuş olması öne çıkan farklılıklardır. Bana göre ise tiyatromuzun en temel çelişkisi, yüzeyde kurumsallaşma, derinde ise adı “liyakat” olan bir problemdir. Avrupa’da her tiyatronun LinkedIn hesabı varken ve açık pozisyonlar için ilanlar paylaşılırken Türkiye’de tiyatro ekosisteminde var olmak network ve kişisel ilişkilerle mümkündür. Sizi “sektörün’’ içinde tutacak doğru insanları tanımak ve “oyunun’’ içinde kalmaya çabalamak, yeteneklerinizin ve eğitiminizin önüne geçer. Kişisel ilişkileriniz, kariyerinizi doğrudan etkiler. Instagram aracılığıyla bazı tiyatroların paylaştığı ilanları bu yapı içinde dikkate almak gerekse de bu tarz ilanların gönüllü ya da çok düşük ücretler karşılığında talep edilmesi dikkat çeker ve bu da başka bir çelişkiyi gösterir.
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünde öğrencilik yaparken bu tarz ilanlardan birini görüp Kadıköy’deki çok ünlü bir tiyatroya görüşmeye gitmiştim. Tiyatronun kurucularından birinin yapacağı yeni oyun için asistan aranıyordu. Görüşme sonunda müthiş bir adanmışlık istedikleri bu insanüstü “süper asistan”a oyun başına yalnızca 50 lira teklif etmişlerdi. O yıllar için bile komik bir ücretti bu. Üstelik bu meşhur tiyatro, en çok rağbet gören kapalı gişe oyunlara ve çok ünlü oyunculara sahipti. Kısacası para kazanmasına kazanıyorlardı ancak sadece asistanların iki kalas bir heves tiyatro yapmasını bekliyorlardı. En nihayetinde bu şartları kabul eden bir tiyatro öğrencisine dönüşleri olumsuz olmuştu çünkü beni tanımıyorlardı. Gerçekten de iki kalas bir heves bu işi yapmak isteyen “no-name” bir öğrenciydim. Bir asistandan beklenenin de bu olması gerekmez miydi? Başka bir sene, müşkül durumda olduğunu sosyal medya üzerinden belirten bir tiyatro ekibine tecrübelerim doğrultusunda -ve tamamen gönüllü olarak- destek olabileceğimi bir mesajla belirtmiştim. Yazdığım yazılar ve içinde bulunduğum organizasyonlar sebebiyle network konusunda epey yol almıştım, yani artık tanınıyordum. Ancak tanınırlığımı, onların pek de haz etmediği, çemberin diğer tarafındaki bir çevreden edindiğim için olumsuz bile olsa herhangi bir dönüş almadım.
Bahsettiğim tüm bu süreçlerde en temelde standart olmadığı için, olumlu dönüş alsanız bile aslında lineer bir süreci takip etmeniz mümkün olmayacaktır. Çünkü asıl iş -yani network- bir yerlere “kapağı attıktan” sonra başlıyor. Kendinizi sevdirmeniz (Kimseyle münakaşaya girmemeye özen gösterin.), yeni bir proje yapılacağı zaman insanların aklına ilk sizin gelmeniz ( Renkli kıyafetler giymenizi tavsiye ederim.) ve hep boş vaktinizin olması gerekiyor. (Dengeyi koruyun, boş vaktiniz çok olsa da muhtaç görünmemeye dikkat edin.) Hep büyük düşünmeniz ama kimin sizi nereye taşıyacağının belli olmadığının da farkında olmanız lazım. Sizi doğru insanlarla tanıştıracak kişilerle aranızı iyi tutmayı unutmayın. Workshoplara para verin, ulaşmak istediğiniz insanların atölyelerine gidin. Yani hep oyunun içinde, göz önünde olun.
Zaman geçti büyüdünüz, 50 lirayla geçinemiyorsunuz ya da artık gönüllü bir iş yapmak istemiyorsunuz. O zaman yukarıdaki reçeteyi harfiyen uygularken bir de para kazanmanız gerekecek. İlk tercihiniz muhtemelen akademi olacak ama kadro sorunları ve daha bir sürü şey yüzünden orada da istediğinizi bulamayacaksınız. Mecburen sektör dışında, ekonomik standartları (iyi) olan işleri tercih edeceksiniz. Çevrenizdeki dostlarınız hayatlarını oturturken siz hep bir şeylerin peşinde koşarken bulacaksınız kendinizi. Yani sizi ekonomik olarak tatmin eden bir işiniz olacak, bir de gözünüz kulağınız hep tiyatroda olacak. Bir ayağınız hayat gerçekliğinde diğeri gerçekleştirmek istediğiniz hayallerinizle bir ömür geçireceksiniz belki de. Ne kadar yorucu değil mi? Bir insan sevdiği işi yapmak için neden bu kadar fedakârlık yapmak zorunda?
Fedakârlıklar, bizi diğer bir çelişkiye götürüyor. İnsanı ifade eden, onu özgür ve bağımsız bir biçimde ele alan, sermayesi insan olan2 tiyatronun kendiliğinin aksine mevcut yapı, tiyatroculara ifade, bağımsız birey olma ve kendi ayakları üzerinde durma imkânı sunmamaktadır: Kariyeriniz başkalarının iki dudağı arasındadır, ekonomik olarak ise ailenize ya da sektör dışı yapacağınız başka işlere bağımlısınızdır. Hâl böyleyken kendi özdeğerleriyle çelişen bu yapı, bir tiyatro mudur? Artık gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki tiyatrodan para kazanmak mümkündür ancak belirli bir kesim bunu yapabilmektedir. Sinemacı bir dostum, hepimizi heyecanlandıran bir sinema kurumu için “Boşuna heveslenme, bizim için kurmamışlardır.” demişti. Hakikaten de daha sonra ekibi incelediğimde kurucuların yakın dostlarının işe alındığını görmüştüm. Tiyatroda da durum ifade ettiğim gibi. Oyun yazarlığı yarışması yapılıyor, başvuru koşullarında referans isteniyor. Oyun çıkarmak istiyorsunuz ama sahibini tanımadığınız sahnelerle görüşmeye giderken ortak bir tanıdık aramak durumunda kalıyorsunuz. Haklarınızı korumak için sözleşme yapmak istiyorsunuz ancak adınız güven problemleri olan bir insana çıkıyor. Liste uzar gider…
Hâl böyle olunca benim aklıma tek bir şey geliyor: O zaman biz tiyatro yapmak istemiyoruz. Biz yeni metinler okumak istemiyoruz, iyi metinler sahneye koymak istemiyoruz, biz bu işi yapmak isteyen gençleri dilediğimiz koşullarda, hiçbir standart olmadan işe alıyoruz. Biz Avrupa’nın tiyatrosunu değil de şaşaasını örnek alıyoruz. Biz deli gibi para kazanmak istiyoruz, tiyatro yapıyoruz demek istiyoruz -hâlâ çok havalı çünkü- ama aslında tiyatro yapmak istemiyoruz. İki kalası nasıl dört yapıp bir hevesten tasarruf ederiz diye düşünüyoruz. Bu tasarruf içinde payına en çok düşeni de dramaturglar alıyor çünkü onlardan tasarruf ediliyor.
Dramaturgların görevlerini çoğunlukla başka alanlarda profesyonelleşmiş tiyatrocular üstlenir, bu da bir çelişki daha ortaya çıkarır. Mevcut yapıda tiyatro üreticilerinin çok az bir kısmı dramaturglarla çalışırken çoğunluk, yönetmenler üzerinden -metin Türkçe ise yazar da devreye giriyor- dramaturg işlevini canlı tutar. Oysaki çeviri metinlerini gururla sahnelerimize taşıdığımız Avrupa tiyatrosunda dramaturgların etkileri değişkenlik gösterse de metinle ilgili dara düşüldüğünde onu en iyi anlayan kişi olarak onu aktaranlara -yönetmen ve oyuncular başta olmak üzere tüm paydaşlara- yardımcı olan dramaturgları sahnelerde görürüz.. Dramaturgun işlevini, yönetmen ve oyuncular arasında köprü kurmak gibi açıklayan geleneksel ifadeler yerine ben bir “kolaylaştırıcı” olarak tanımlıyorum. Oyuncu-yönetmen ilişkisine ya da tiyatro hiyerarşisine dâhil olmadan, ekibin içinde ama göz önünde olmayan, sadece metne -hâlâ bu yüzyılda tiyatro için en önemli olan şey- bağlı kalarak, metinden yön alarak yol ya da yollar açan kişi, bir kolaylaştırıcı. Türkiye’de ise dramaturg işlevini üstlenenlerin açtığı yollar yeterli görülüyor olmalı ki bağımsız olsun, prodüksiyon tiyatrosu olsun dramaturglarla çalışan ekiplerin sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Ödenekli tiyatroları bu hesaplamadan hariç tutuyorum, onlar da yeni dramaturglar için kadro açmıyorlar. Elbette tiyatro üreticilerini, neden dramaturglarla çalışmaları gerektiğine ikna etmeyi amaçlamıyorum. Her oyunun aynı kalitede olmasını ya da aynı estetik kaygıları merkeze alarak yapılmasını da beklemiyorum. Karşı olduğum şeyin altını kalınca çizmek isterim: Tiyatro ekosistemimizde etkin olan entertainment dünyasının fedakârlıklarla dolu, tiyatronun özdeğerlerini umursamayarak, yalnızca gişe için ünlü oyuncuları bir araya getiren ve dramaturgların görevlerini bir başkalarının üstlendiği oyunlar yapmak olduğuna inanmıyorum. Dünyanın başka hiçbir yerinde böyle bir tezahürün olduğunu da açıkçası pek sanmıyorum.
Bu bağlamda bir konuya daha açıklık getirmek isterim. Bu yazıda, sektörün kendi kendine yarattığı iç problemlere odaklandığım için dışsal (toplumsal) problemlerden bahsetmeyi bilinçli olarak tercih etmedim. Çünkü bizden bağımsız gelişen koşulların, dramaturgların da esas problemleri olan tiyatronun esas problemlerini gölgelemek gibi bir huyu vardır. Türkiye’yi Türkiye olarak kabul ederek bu işe başlıyoruz ve dışsal koşulları kötülemenin kolaycılığından kaçarak iğneyi de çuvaldızı da doğrudan kendimize batırmanın ancak bir çözümü gündeme getirebileceği inancındayım. Bunun yanında elbette ki dışsal koşulların içsel koşulları zaman zaman belirlediğinin farkındayım ancak tiyatronun kendi sorunlarını çözmek ve dışsal koşulların belirleyiciliğini azaltmak bizim elimizdeyken öncelikle kendi kendimize yarattığımız sorunlara odaklanmanın daha çözümcül olduğuna inanıyorum. Ortada bir sorun olduğunu kabul eden ve çözmek isteyenler için tabii… Çözüm sunacaklar yalnızca pastadan büyük payı alanlar değil; gönüllü emeği üzerinden geçinen, sözleşmesiz iş yaptıran, yeni fikirleri sömürüp kendine kaşe yazdıran, kadın çalışma arkadaşlarına kan kusturan, gecesi gündüzü olmayan ve kendini sonradan keşfetme şansı yakalayanlara kapısını kapatanlar da olmalıdır aynı zamanda. Herkesin herkes için kolaylaştırıcı olduğu bir tiyatro ekosisteminde çözümlenmeyecek herhangi bir problem kalacağını düşünmüyorum. Hem belki dramaturgların işlevlerini bu anlamda üstlenirsek problemlerimizi çözmek için bir adım da atmış oluruz. Son olarak, Türkiye tiyatrosuna dair trajikomik bir anıyı paylaşarak yazımı noktalamak istiyorum. Otuz beş yaşını aşmış bir tekstil mühendisi, kostüm tasarımı için sektöre nasıl girebileceğini bir tiyatro paneli esnasında moderatöre sordu. Moderatör “Ben bu işe asistanlıkla başladım.” yanıtını verir vermez gülmeye başladım. İşin komik tarafı, moderatör gerçekten tiyatroya asistanlıkla başlamış ve kırk yaşına yaklaşmış. Yani bu işe yirmi yaşında başlasa aradan yirmi sene geçmiş ve geçen bu yirmi senede hiçbir şey değişmemiş. Bu yüzden de katılımcıya bir şey öneremiyor, söyleyemiyor çünkü onun bildiği de bu. Başka bir şey görmemiş ki. Bu yapısal bir sorun değil de nedir? Bu çemberi herkes için nasıl genişleteceğimizi tam olarak bilmemekle birlikte, şartlar gittikçe zorlaşırken hâlâ herkese rağmen tutkuyla, aynı şeyleri yaşayarak ve aynı şeylere maruz kalarak bu işi yapan herkese büyük bir saygı duyuyorum. Kalbiyle, tutkusuyla ve emeğiyle işini yapan insanların duyduğu ilgi ve istek, standardı olmayan koşulları kabul etmek anlamına gelmese de bazıları ne yazık ki bu şekilde yorumlayabiliyor. Neticede herkes, kendine yakışanı yapıyor. Bu yüzden de böyle gelmiş böyle gider demiyorum ama iki kalas bir heves bir de hep aynı şeyler deyip geçiyorum.
Bu ifade ile odağının seyircinin ilgisini ve dikkatini çekecek unsurların etrafında toplandığı, kâr-zarar dengesinin estetik performansın önüne geçtiği, popülaritesi yüksek olan ana akım tiyatro oyunlarından bahsedilmektedir.
Dramatist Türkiye’nin, Dramaturji: Ses ve Söz podcastinin ikinci bölüm konuğu Sinem Özlek Koç’un bölümdeki ifadesi.
*Bu çalışma Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Dramatist Türkiye’ye aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.
Yaren Çiçek Kimdir?
1998’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji ile Sosyoloji bölümlerinde çift anadal yaptı. İçerik yazarı, içerik editörü, tiyatro ve film festivallerinde operasyon koordinatörü olarak çalıştı. Tiyatro üzerine yazıları, oyun ve film-dizi eleştirileri çeşitli platformlarda yayımlandı. Yapay zekanın kültür-sanat endüstrisine etkileri, dijital medya ve kültürel girişimcilik konularıyla ilgileniyor.
Seni anlamak iki kalas bi' heves'i ortadan kaldırmaz ama seni anlıyorum. Bu durum ne yazık ki ihtiyaç sınıfına girmeyen ve toplumun satın almadığı, üzerine düşmediği alanlardaki işleri çok daha zorlu hale getiriyor. Bu alanları var etmek zor içinde olmaksa hep bir köşeye sıkışmak gibi, en azından tablonun büyük bir bölümü böyle. Ancak şunu da çokça gördüm her meslek için para kazanmak gayesi ile işe giden ve yaratıcılığı başka yere saklayan insanlar var ve varlar işte. Konuyu uzatmayayım ama sen uzatmak istersen konuşuruz 👋🏻