Dramatist Türkiye’nin İlk Projesi: “Söz”ü Kurmak, “Ses”i Duyurmak
Esra Dicle, Dramatist’i bir kamusal alan önerisi olarak ele aldığı bu yazıda, “Dramaturji: Ses ve Söz” projesi aracılığıyla tiyatro alanının çok katmanlı haritasını çıkarıyor.
Yaşam Özlem Gülseven ve Özden Işıltan tarafından geliştirilen Dramatist Türkiye; Türkiye’de yaratıcı yazarlık, dramaturji ve bağımsız sahne sanatları alanlarında faaliyet gösteren profesyoneller, öğrenciler ve akademisyenlerin deneyimlerini bir araya getiren, çok katmanlı bir araştırma ve paylaşım mecrası. Dramatist Türkiye’nin ilk projesi olan Dramaturji: Ses ve Söz; dramaturji ve oyun yazarlığı ekseninde yaşanan kavramsal ve pratik sorunlara dair tartışmalar geliştirmek kadar, alanın tüm bileşenleri arasındaki bağları kuvvetlendirmek açısından da önemli ve kapsamlı bir içerik sunuyor. Bu yönüyle tiyatro kamusu içindeki farklı dinamikleri ve kesişimleri belirginleştiriyor. Alanın paydaşlarıyla bir araya gelme, birlikte düşünme ve üretme, iş birlikleri geliştirmenin yanı sıra meslekî, bireysel ve politik bağlamlarda diyalog, çözüm ve iyileşme imkânları yaratmayı da hedefleyen çok boyutlu bir buluşma zemini sunuyor. Asıl olarak oyun yazarları ve dramaturgları merkeze almakla birlikte yönetmenler, tiyatro üreticileri, akademisyenler ve aktivistlerin de dahil olduğu bu kolektif düşünme ve paylaşım süreci sonunda çok sesli bir dünya kuruluyor. Bu dünya, kişisel anlatılarla yapısal sorunlar arasında derinlikli ve özgün bir bağ kurmayı sağlıyor. Dolayısıyla proje, yaratıcı-üreticilerin yaşadığı güncel sorunları görünür kılmakla kalmıyor; aynı zamanda “ortak hafıza ve arşiv” oluşumuna da değerli bir katkı sunuyor.
“Dramaturji: Ses ve Söz” projesi, dokuz bölümden oluşan bir podcast serisi ve yine dokuz yazıdan oluşan bir yazı dizisi ile iki ana eksende şekilleniyor. Podcastlerde, dramaturji alanındaki söyleşiler, dramaturjinin bir meslek olarak tanımına, tiyatro üretim ilişkileri içindeki konumuna, dayanışma ve örgütlenme pratiklerine, yasal ve kurumsal sorunlara odaklanıyor. “Yazarlar İçin Rehabilitasyon Merkezi” başlığı altındaysa yaratıcı yazarlığın estetik, psikolojik ve ekonomik veçheleri değerlendiriliyor. “Dramaturji: Ses ve Söz” projesi kapsamındaki yazılar, tüm bunların yanında temsil politikalarına dair farklı yaklaşımlar sunarak tartışmaya boyut kazandırıyor.
Ben de bu proje kapsamında geliştirilen çok boyutlu ve derinlikli tartışmalara dair kısa bir bakışın sınırları içinde, proje boyunca elde edilen tematik bulgular, yapısal gözlemler ve önerileri bir araya getirerek Türkiye’de tiyatro üreticilerinin karşı karşıya olduğu zorluklara, fırsatlara ve gelecek tasavvurlarına dair bir harita çıkarmaya çalışacağım.
Dramaturgun Tanımı ve Alan Çatışması
Podcast serisinin bir ayağını oluşturan dramaturji söyleşilerinde ve yazı serisinde, dramaturgun tiyatro üretimi içindeki konumu tartışılıyor. Dramaturjinin tanımının ve işlevinin ne olduğu, dramaturgun rolü ve hangi sınırlar içinde hareket ettiği gibi soruların hâlâ net bir cevaba kavuştuğunu söylemek mümkün değil. Bu nedenle projenin içeriği boyunca en sık karşılaşılan temalardan ve en sık vurgulanan sorunlardan biri tanımsızlık meselesi ile bunun yarattığı alan çatışmaları oluyor.
Dramaturjinin; yazarın zihninde, metinde ve sahnede işleyen bir mekanizma olarak bütün sahne estetiğinin kurucu unsuru olması ve dramaturgun sahneleme süreçlerinde bir tür “ortak akıl” işlevi görmesi aslında onun yaratıcı sürecin merkezinde yer aldığını gösteriyor. Dramaturjinin tüm bu yönlerinin anlaşılmayarak veya önemsizleştirilerek yaratıcı süreçlerin dışında bırakılması hâlâ önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Sadece bu durum bile projenin tiyatro alanında temel bir meseleye bütün boyutlarıyla yönelerek nasıl bir ihtiyacı karşıladığının göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Söyleşilerde ve yazılarda dramaturgluğun bir meslek olarak kabul edilmesi ile ilgili tartışmalar öncelikle temel tanımlayıcı olgular üzerinden yürütülüyor. Türkiye tiyatrosunda dramaturgluğun hâlâ görünmeyen, güvencesiz ve sistem dışı bir emek alanı olması, F. Nesrin Karadağ’ın yazısında güçlü bir biçimde ele alınıyor. Karadağ, dramaturgluk mesleğini titizlikle tanımlarken meslekî formasyonun eksikliğini sadece üniversite eğitimiyle değil, temel eğitim sisteminin yetersizliğiyle ilişkilendiriyor. Maalesef dramaturgluğun ne bir meslek odası var ne sendikası ne de sahada düzenli işleyen bir uygulama ağı. Dolayısıyla dramaturg, kendi emeğini görünür kılmak için sürekli bir “varoluş mücadelesi” içinde kalıyor. Bu tartışmanın önemli katkılarından biri, dramaturji eğitiminin eleştirmenlik nosyonuyla iç içe geçmesi gerektiğini vurgulaması. Çünkü dramaturg sadece bilgi taşıyan değil, anlam kuran, anlam bozan, eleştiren ve yorumlayan kişi olmalı. Benzer bir perspektif, Alis Çalışkan’ın yazısında da yer buluyor. Dramaturgun yönetmenle, oyuncuyla ve seyirciyle kurduğu ilişkiler ağı, onu görünmeyen ama merkezi bir figür haline getiriyor. Ancak tiyatro üretiminde hiyerarşi çoğu zaman dramaturgun sesini kısabiliyor, hatta yok sayayabiliyor. Alis Çalışkan’ın vurguladığı gibi dramaturg olmak bir anlamda sahneyle konuşamamak hâline de dönüşebiliyor.
Dramaturjiyle ilgili tartışmaların bir diğer boyutunda, Anıl Can Beydilli’nin katıldığı bölümde bahsi geçen Marianne Van Kerkhoven’in1 “mikro dramaturji” ve “makro dramaturji” kavramlarıyla Oğuz Arıcı’ın dramaturgun rolünü yorumlayıcı ve yönlendirici boyutlarıya ele alması; söz konusu tartışmalara kuramsal bir zenginlik ve çağdaş bir terminoloji kazandırıyor. Elbette dramaturjinin tanımının sadece akademik düzlemde değil, pratik iş tanımları üzerinden de belirginleştirilmesi; meslek örgütlenmesinin sağlanması ve buna bağlı olarak emek, hak ve telif ilişkilerinin yapılandırılması için elzem görünüyor. Dramaturjinin tanımının çok boyutlu ve esnek olduğu kadar muğlak ve müphem olması, en başta dramaturgun emeğinin sahnede görünmesini zorlaştırıyor, ardından hak talebini ve ücretlendirme süreçlerini tıkıyor. Tartışmalarda da dramaturgluğun yalnızca akademik değil, aynı zamanda hukuki ve sektörel düzeyde de konuşulması gerektiği bir kez daha kuvvetle vurgulanıyor. Bu başlık etrafında geliştirilen tartışmalar bir bütün olarak, projenin birincil hedeflerinden olan alan içi bilgi üretimini ve dayanışma kültürünün inşasını sağlamak için önemli bir katkı sunuyor.
Yaratıcı Yazarlığın İçsel-Yapısal Dinamikleri
Projenin podcast serisinin diğer bölümü olan “Yazarlar için Rehabilitasyon Merkezi”, üretim süreçlerini hem ironik hem gerçekçi bir yaklaşımla bir nevi “rehabilitasyon ihtiyacı” olarak kavraması açısından yerinde bir metafor sunuyor. Projede bu konuya katkı veren yazılar da bulunuyor. Yazarlığı entelektüel olduğu kadar derin bir duygusal uğraş olarak yeniden tanımlayan bu yaklaşım etrafında katılımcılar, hem kişisel deneyimleri hem de düşünsel çözümlemeleriyle tartışmaya yeni boyutlar sunuyor. Yazma sürecini Aylin Alıveren gibi yazarın bireysel ifadeden toplumsal diyaloga uzanma arzusu olarak tanımlamaktan, Murat Mahmutyazıcıoğlu gibi baskı, kitlenme, özgüven sorunları, “anksiyete ve suçlulukla örtülü bir disiplin mücadelesi” olarak kavramaya kadar bütün deneyimler, asıl olarak yazma edimini bir “ilham” meselesi olmaktan çıkarıp “emek-yoğun” bir süreç olarak sunması açısından çok değerli. Yazarlığı düzenli çalışma, zihinsel hazırlık ve disiplin gerektiren bir meslek olarak yeniden konumlandırmak ve bir anlamda “meslekî dayanıklılık alanı” olarak çerçevelemek; yazarın psikolojisini de yalnızca bireysel kaygılarla değil üretim baskısı, görünür olma beklentisi-dayatması ve meslekî belirsizliklerle şekillenen bir olgu olarak ele almak, konuya derinlik kazandırıyor.
Elbette bu meslekî dayanıklılık; ifade özgürlüğü, sansür, ekonomik baskılar, yazar destek modellerinin yetersizliği, güvencesizlik, uluslararası alanda görünürlüğü sağlayacak platformların eksikliği vs. gibi sorunlarla hırpalanıyor (belki de kuvvetleniyor?) ve Nadir Sönmez’in belirttiği gibi bağımsız bir oyun yazarının deneyiminde daha şiddetle görülerek oyun yazarlığını güvencesiz ve kırılgan bir yere itiyor. Bilgesu Kasapoğlu Akçardak’ın yazısı da Türkiye’de tiyatronun maddi gerçekliği ile sanatsal ideali arasındaki uçurumu çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Tiyatronun “bir kilo etin yerini tutup tutmadığı” sorusu, sanatın maneviyat ile somut-reel ihtiyaçlar arasındaki gerilimli konumuna ironik bir şekilde işaret ediyor. Kasapoğlu, tiyatronun sürdürülebilirliğini tehdit eden faktörün yalnızca ekonomik krizler değil, aynı zamanda bu krizlerin sanatsal ifade üzerindeki dönüştürücü (ve çoğu zaman kısıtlayıcı) etkisi olduğunu belirtiyor. Mesela seyirci beğenisinin ekonomik zorunluluklar nedeniyle merkeze alınması, sanatsal çeşitliliği yok eden bir tekdüzelik yaratıyor. Bu noktada dramaturgun da yazarın da hareket alanı seyirci beklentileriyle sınırlandırılmış oluyor.
Tabii, sansür ve otosansür meselesi de ekonomik baskıların politik bir uzantısı haline geliyor. Dramaturg ve sanatçılar, sadece maddi yoklukla değil, bu yokluğun yarattığı siyasi konumlandırmalarla da baş etmek zorunda kalıyor. Brecht’in “önce ekmek, sonra ahlâk” sözü akılda tutularak tiyatronun varoluşsal krizine politik bir yanıt arama çabası hâlâ sürüyor.
Süreyya Karacabey’in “yazarlıkta yalnızlık, şüphe ve moral desteği” gibi duygusal katmanları açımlaması da benzer bir pencereden güvencesizlik, mesleki aidiyet sorunları ve ekonomik kırılganlıklara dikkat çekiyor. Bunun yanında Karacabey’in, yazarların tiyatro dışındaki sanat dallarından da beslenmesi gerektiğine dair yaptığı vurgu, yazarlardan estetik-entelektüel bir donanım/sorumluluk talep etmesi, günümüz tiyatrosunun sessiz bir uzlaşmayla görmezden geldiği bir durumu işaret ediyor. Dolayısıyla bu alandaki tartışmalar, yazarlık konusunu bireysel olandan etik, politik ve ekonomik olana doğru genişleterek yapılan analizlerle derinleşiyor.
Kesişim Noktasındaki Sorunlar
Dramaturji ve yaratıcı yazarlık alanlarında ifade edilen sorunlar iki başlık etrafında şekilleniyor: Kolektif üretim ve meslekî dayanışma ile ilgili sorunlar, kurumsal ve yasal boşluklardan kaynaklanan sorunlar.
Kolektif Üretim ve Meslekî Dayanışma
Son yıllarda Türkiye’de bağımsız tiyatro toplulukları arasında kolektif üretim modellerinin giderek yaygınlaştığı gözlemleniyor. Bu üretim biçimleri, ortak yazarlık, açık prova ve seyirciyle etkileşimli sahneleme pratikleri gibi yenilikçi yöntemlerle ifade buluyor. Kolektif üretim hem yaratıcı süreci demokratikleştiren hem de anlatıyı çoğullaştıran bir yöntem olarak değerli. Sinem Özlek dramaturjiyi yalnızca bir meslekî uzmanlık olarak değil, aynı zamanda bir yaratıcı ortaklık biçimi olarak tanımlıyor. Aslı Ekici’nin yazısı da tiyatroda bireysel-yaratıcı pozisyonların kolektif üretim içinde nasıl yeniden tanımlanabileceğine dair kapsamlı bir sorgulama içeriyor. Ekici, yazarın yalnızca yazan kişi değil, aynı zamanda dinleyen, gözlemleyen, öneren ve hatta bazen sadece “orada olan” biri olabileceğini öne sürüyor. Kolektif üretim gözettiği katılımcı, demokratik, kapsayıcı üretim süreçleriyle yalnızca bir yöntem değil, bir etik öneri olarak da karşımıza çıkıyor.
Ancak bu modelin, özellikle etik ve ekonomik boyutları açısından bazı handikaplar barındırdığından söz etmek de elzem görünüyor. Ekici’nin de belirttiği gibi kolektiflik kaynakla, zamanla ve güvenle beslenmeyen bir ortamda tıkanabiliyor. Aylin Alıveren ve Yaşam Özlem Gülseven de kolektif modellerin çoğu zaman eşitlik ilkesine dayansa da uygulamada; özellikle emek, telif, görünürlük gibi paylaşımın maddi boyutunda adaletsizliğe yol açabildiğinin altını çiziyor. Bu durum ayrıca yıpranma ve yalnızlaşma gibi sorunlar da doğurabiliyor. Bu sorunların önüne geçmek için Gülseven’in belirttiği gibi kurumsal düzenlemeler ve uzun vadeli ilişkiler yoluyla kolektif çalışmaların geliştirilebileceği sürdürülebilir bir yapı oluşturulabilmesi gerekiyor.
Dayanışma, yalnızca kolektif-birlikte üretmekle değil, üretimin birlikte korunmasıyla da ilgilidir. Ancak Türkiye’de bağımsız tiyatro üreticileri için bu dayanışma çoğu zaman bireysel fedakârlıklarla sınırlı kalıyor. Bu nedenle kolektif üretimin sürdürülebilirliği, ancak adil paylaşım ilkelerinin kurumsallaşmasıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla bu sorun etrafındaki tartışmalar özellikle görünmez emek, ücretlendirme, mesleki dayanışma ve devamlılık-sürdürülebilirlik gibi başlıklarda projeye güçlü katkılar sunuyor.
Kurumsal ve Hukukî Sorunlar
Bahsedilen bir diğer önemli sorun, bürokrasi ve hukuk ayaklarıyla yani konunun yapısal boyutuyla ilgili. Hangi alanda olursa olsun, yaratıcı emeğin güvenceden yoksun bırakıldığı bir ortamda meslekî aidiyet ve tanınma ihtiyacı hayli kırılgan hale gelir. Hemen her konuşmada değinilmiş olsa da özellikle Onur Gazdağ’ın katıldığı bölümde doğrudan tiyatronun yapısal değişim ve kurumsallaşma süreçlerine odaklanılması, sorunların kavranışına yeni bir perspektif kazandırıyor. Tiyatromuz Yaşasın İnisiyatifi’nin Meslekî Yeterlilik Kurumu ile yürüttüğü çalışmalar, Türkiye’de tiyatro üreticilerinin meslekleşme talepleri açısından önemli bir aşamayı işaret ediyor. Gazdağ’ın aktardığı bilgiler, dramaturgluk başta olmak üzere tiyatro üreticilerinin mesleklerinin tanımlanması sürecine dair somut veriler ve hukuki süreç hakkında bilgiler sunuyor.
Oyun yazarlığı ve dramaturgluğun da aralarında olduğu tiyatro mesleklerinin Meslekî Yeterlilik Kurumu tarafından tanımlanması telif, emeklilik, sigorta güvencesi, meslekî etik, yıpranma payı vs. gibi konularda taleplerin düzenlenebilmesi için önemli bir aşama. Fakat meslekî standartların tanımlanması, ölçme-değerlendirme-yeterlilik kriterlerinin şeffaflıkla belirlenmesi, meslek kodunun verilmesi de söz konusu kazanımların elde edilebilmesi için gerekli aşamalar olarak halen gerçekleştirilmeyi bekliyor. Dolayısıyla -mesela- her ne kadar dramaturgluk artık “tanımlı” bir meslek olsa da henüz yeterlilik belgesi aşamasına geçilememiş olması, emek tanımı netleşmeden hak talebinin şekillenememesi, dramaturgların sadece estetik-sahne alanında değil sektörel haklar açısından da görünür olamaması, temel sorunların hâlâ baki olduğunu işarete ediyor. Bu noktada kolektif hazırlığın da önemi ortaya çıkıyor. Çünkü bu süreçlerin tiyatro bileşenlerinin katılımı olmadan şekillenmesi, yapılan düzenlemelerin tiyatro üreticilerinin ihtiyaçlarından çok, bürokratik normlara hizmet etmesi anlamına gelebilir. Sürece katılım ve meslekî örgütlenmenin eksikliği-yetersizliği önemli bir sorun oluştururken Dramatist Türkiye’nin doldurduğu boşluklardan belki de en önemlisi, tam da ihtiyaç duyulan bir araya gelme mecrasını, dayanışma yapılarını yaratmak olacak.
Bir Kamusal Alan Önerisi Olarak Dramatist Türkiye
Dramatist Türkiye, tiyatro bileşenlerini ortak sorunlar, talepler ve çözüm önerileri etrafında bir araya getiren önemli bir müzakere alanı yaratıyor. Tiyatro üreticilerinin ekonomik, politik, psikolojik koşullarla ilişkisindeki sorunları tespit eden, birlikte düşünme ve ortak akıl geliştirme pratiklerini besleyen, katılımcı, şeffaf, kapsayıcı, üretici bir kamusal alan deneyimi inşa ediyor. Temsil krizinden ekonomik baskılara, meslekleşme sorunundan kolektif üretimin imkânlarına, dramatik yapının dönüşümünden estetik biçimlerin kırılmasına kadar çok katmanlı bir tartışma zemini kuruyor. Bu yönüyle şimdinin dinamiklerini ve değişkenlerini canlılıkla yakalıyor, yarının tasavvurlarını şekillendirmeye yöneliyor.
Proje kapsamında tiyatro kamusunun deneyimlediği temel sorunlar; dramaturglar ve yazarlar arasında görünürlük ve mesleki aidiyet eksikliği, ekonomik sürdürülebilirlik tartışmaları odağında telif, asistanlık ve ücretlendirme sorunları, meslek tanımı eksikliğinden kaynaklı yasal boşluklar, eğitim ile üretim arasında uygulama pratiği kopukluğu, tiyatro üreticileri arasındaki dayanışma ağlarının zayıflığı, üretim süreçlerinin bireysel-yapısal zorlukları, tiyatro sahnesini “queer dramaturji”, “site-spesifik tiyatro” gibi önerilerle “makbul” kimliklerin “geleneksel” temsil alanı olmaktan çıkarmanın gerekliliği, Türkiye tiyatrosunun iç çelişkilerinin ve liyakat sorunlarının yarattığı vasatlaşmayla yüzleşilmesi gibi başlıklar altında beliriyor. Sorunların tespitinden sonra çözüm önerilerinin de oluşturulması projenin sahaya üretimsel katkılarını ortaya koyuyor. Dramaturglar ve yazarlar arasında ağ kurucu platformların geliştirilmesi, sektörel birliklerin desteklenmesi; emeğin tanınması ve telif hakları standartları konusunda meslek birlikleri ile inisiyatiflerin somut adımlar atması, MYK’nın ikinci aşaması için tiyatro camiasının kolektif bir hazırlık içine girmesi, tiyatro üreticileri arasında diyalog ve deneyim aktarımının sürdürülebilir hale getirilmesi, arşivleme çalışmalarının yalnızca yazılı değil, sesli ve görsel formatlarda da çoğaltılması gibi öneriler geliştirilmeyi ve hayata geçirilmeyi bekliyor.
Projede yer alan katılımcıların anlatıları yalnızca kişisel değil toplumsal ve kültürel bağlamlara dokunan içerikler sunuyor. Her anlatı, bir dönemin ruhunu, bir mesleğin mücadelesini ve bir üreticinin yükünü yansıtıyor. Bu anlatılar sayesinde tiyatro üreticileri için ortak bir zemin, bir düşünce alanı ve bir hafıza mekanizması kurulmuş oluyor. Proje kapsamındaki yazı ve konuşma serileri tiyatro üreticilerinin hafızasını belgeleyen önemli bir arşiv çalışması niteliği de kazanıyor. Proje süresince oluşturulan içerikler hem kişisel deneyimleri hem de kolektif yapıları kayda geçirirken geçmişten geleceğe bir süreklilik kuruyor. Dramatist Türkiye bu yönüyle bir tür bilgi platformu işlevi görüyor. Kimi zaman kolay unutulan, kimi zaman hiç dile getirilmeyen anlatılar, bu platform aracılığıyla görünürlük kazanıyor. Projenin arşiv niteliği, gelecek yıllarda üretim yapacak genç yazar ve dramaturglar için önemli bir başvuru kaynağı oluşturuyor. Elbette proje yalnızca akademik değil; pedagojik, kültürel ve sanatsal bağlamlarda da kapsayıcı tartışmalar içeriyor. Anlatılar arasında gezindikçe Türkiye tiyatrosunun tarihsel, toplumsal ve estetik haritasını tüm yönleriyle takip etmek mümkün hale geliyor.
Dramatist Türkiye, dramaturgların ve yazarların yalnızca “söz alan” değil, “alan açan” kişiler olduğunu yeniden hatırlatıyor. Tüm tartışmalar eleştirel bir ortak zeminde buluşuyor: Tiyatroda değişim sadece yeni metinler, yeni temsiller ve yeni biçimlerle değil, yeni işleyiş biçimleriyle, yeni etik kodlarla ve en önemlisi içerden dönüşümle mümkün olabilir. Dramatist Türkiye kuvvetli kolektif üretime dayanan kuvvetli organizasyonu, demokratik-çoğulculuğa yaslanan erişilebilir, katılımcı, çok sesli temsil alanı; geliştirilmeye-çoğaltılmaya açık üretim sahaları ile bu dönüşümün önemli odaklarından birisi olabilir.
Van Kerkhoven, Marianne. “Van de kleine en de grote dramaturgie.” Etcetera, 17:68, 1999, ss. 67-69.
Esra Dicle Kimdir?
Doç. Dr. Esra Dicle: Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora derecelerini Boğaziçi Üniversitesi'nden Türk Dili ve Edebiyatı alanında aldı. Doktora tezi “Resmî İdeoloji Sahnede / Kemalist İdeolojinin İnşasında Halkevleri Dönemi Tiyatro Oyunlarının Etkisi” İletişim Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlandı. İkinci kitabı Ben Yüz Çiçekten Yanayım / Nâzım Hikmet Tiyatrosunda Metinler-Türler-Söylemler, 2020 yılında İmge Kitabevi Yayınları'ndan çıktı. 2022 yılında Dergâh Yayınlarından çıkan Edebiyatın Duygu Haritası ve Osmanlı Sahnesi-19 yy Çok Dilli Osmanlı Komedyasından Üç Metin kitaplarını hazırladı. Boğaziçi Üniversitesi'nde Türkçe Dersleri Koordinatörlüğü'nde Doçent Öğretim Görevlisi olarak görev yapıyor; Türk Dili derslerinin yanında modern tiyatro, uyarlama kuramı ve teatrallik üzerine de çeşitli dersler veriyor.
*Bu çalışma Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Dramatist Türkiye’ye aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.